ARKADAŞ

ARKADAŞ

Anne, baba. dede, abla, ağabey, dayı, emmi, emmioğlu...        

Biz,İkinci Büyük Paylaşım Savaşı sonrası doğanlar , XX.Yüzyıl'ın ikinci yarısında çocuk idik. Köyümüzde İstiklal Harbi gazileri vardı. Anamın babası olan dedem de Çanakkale-Gelibolu Yarımadası Savaşları gazisi idi. Seferberlik'ten daha önceki savaşlardan , Dömeke gazisi  olarak dönmüş bir komşumuz da vardı. Oğluna, kumandanı  Gazi Ethem Paşa'nın adını vermişti.

O gaziler bizim okul öncesi ilk  eğitmenlerimiz oldular.

Ekenekte, biçenekte, dikenekte  gazilerin anılarını dinlerdik.

Çocukluk arkadaşları... En önemlisi onlardı. Elbette, insan gözünü açar açmaz  sokaktan arkadaş aramaz, en yakınındaki akraba çocukları doğal arkadaşlarıdır. Birlikte oyun oynadığımız, kuzu güttüğümüz, bağda, bahçede gezdiğimiz emmi oğulları, dayı oğulları yanında, komşu çocukları da ömrümüzün ilk döneminin oyundaşları olmuşlardır. Meyve bahçelerinden çağla çaldığımız suç ortakları unutulur mu? Bekçi kovalamacasından kurtulup, onun korkusunu yaşadıktan sonra gururla öğündüğümüz , bire bin katarak , güle güle anlattığımız olayların kahramanı, suç ortağı arkadaşlar unutulur mu ?

İlkokulda, ortaokulda, lisede, üniversitede pek çok arkadaşımız oldu. Kimilerini olumlu özellikleriyle anımsarız. Bellek, olumsuzlukları hep arka plana atmağa eğilimlidir.

 Fakültede öğrenci iken Türkiye'nin dört yanından, Kıbrıs'tan, Kuzey Irak' tan, İran'dan arkadaşlarımız vardı. Birlikte ders dinlediğimiz,  siyasa tartışmaları yaptığımız ( 27 Mayıs devriminin izleri taze ) , birlikte sınavlara hazırlandığımız, efkarlı efkarlı  Çankaya caddelerinde gezdiğimiz, nerde ucuz yemek yenilecek aşevleri var, birbirimize anlattığımız, Atatürk Orman Çiftliği'ne trenle gidip meyve suyu içtiğimiz, parasız kalanda birbirimize destek olduğumuz, müzeleri, kütüphaneleri ziyaret ettiğimiz, gizli sırlarımızı, çocukluk aşklarımızı  kıyısından köşesinden birbirimize açtığımız arkadaşlarımız...

Bir arkadaş var ki, yaşamımda en derin iz bırakan bir dost, rehberliği ile yaşamımı yönlendiren bir kardaş... Adı Eyüp Karakaya... Konya doğusunda Ereğli'nin Berendi Köyü'nden. Aile sebze yetiştiriyor Ereğli'de , İvriz'den gelen  gür akışlı suyla.

1964 sonlarına doğru, ilk yadırgı davranışlar yerini olgunluğa bırakırken tanıştık Eyüp ile. Abdülhak Hamit Dersanesi...Ziya Gökalp Dersanesi...İnsanda hayranlık uyandıran, akustiği güzel , o nitelikli salonlarda aynı sıralara oturup İzbırak hocamızı dinledik. Konferans Salonu'nda her cuma günü Danyal Bediz hocamızı alkışlayarak, elçiliklerden rica minnet sağlanmış belgeselleri yanyana izledik. Birlikte sinemaya gidip nitelikli ya da uyduruk filmlere baktık.

Eyüp de bencileyin Fransızcayı seviyordu. Fakültede ilk iki yıl Fransızca  dersi aldık. Belli ki, Eyüp, Ereğli Lisesi'nde iyi bir öğretmenden öğrenmişti bu uygarlık dilini. Bize göre ilerideydi. Fransız Kültür Merkezi'nde bir kursa yazılmıştı. Ders veren Fransız öğretmen sormuş:

'' Monsieur Karakaya, kaç yıldır Fransızca öğreniyorsunuz ? ''

Eyüp saymış. Ortaokul 3, Lise 3, Fakülte 2...Toplam 8 yıldır...

Öğretmen gülmüş. Türkiye'de yabncı dil eğitiminin ne durumda olduğunu anlamış olmalı.

Eyüp derin bir üzüntüyle bu olayı bana anlattı. Baktım, gözleri ıpıslak.

'' Emrullah,'' dedi, '' Evet, kabul, Fransızca uygarlık dili, fakat devir İngilizce devri. Gel, senle başlayalım birlikte İngilizceye. Var mısın !''

Vardım. Hazırdım demek ki.

Fono'nun Mektupla İngilizce dersine kaydolduk. Tek üyelik. Gelen dersleri birlikte izliyoruz.Kim bilir sözcükleri okumamız ne denli ilkeldi. Olsun. Arkadaşlar bize gülüyor. Olsun, varsın gülsünler. Sonra Lise'den arkadaşım Burhan Yamangil' de Linguaphon English Course plakları varmış. Kullanmıyormuş. Bana verdi. Fakat gramofon-pikap alacak paramız yok. Netmeli, neylemeli. Eyüp'ün de benim de portatif Philips kasetçalar teypimiz var. Bir müzik markete gidip plak başına 1 TL verip banta kaydettirdik. Toplam 16 lira masrafı ikiye böldük. Bir ikinci kasete de kopyalattık. Böylece o 16 plak C 90 kasetin içine girmiş oldu, her yerde hizmete amade...Fakat bir sorun var. Teypler pille çalışıyor. Kaseti çevire çevire süratle boşalıyor piller. Öyle de pahalı ki. Bizde öyle bol para nerde ! O sırada Holanda'da çalışan Erol Ağabeyim Philips adaptörü veriyor da, pil parasından kurtuluyoruz. Adaptörü nöbetleşe kullanıyoruz.

Fakültede kendi derslerimiz kadar İngilizceye de önem verdiğimiz hemen duyuldu, duyuruldu. Öyle ki, 1968 Nisan ayında Konya, Karapınar, Ereğli yöresine yaptığımız , anılarını sevgiyle anımsadığımız gezide Oğuz Erol hocamız, tüm öğrencilerin önünde şu sözlerle bizi onurlandırdı : '' Emrullah ile Eyüp, Fransızcayı yeterli görmediler, İngilizce öğrendiler ve  coğrafya , jeomorfoloji makalelerini orijinal kaynaklardan okuyup çevirecek seviyeye ulaştılar.''

MTA Enstitüsü'nün açtığı Yüksek Prospektörlük sınavında da sorulara hem İngilizce. hem Fransızca yalnız Eyüp'le ben yanıt vermiştik ve adlarımız çizelgenin ilk ikisinde yer almıştı.

Ortaokul ve liselerde öğretmen iken de hem Fransızca, hem İngilizce dersleri verdim. '' Öğretmek iki kere öğrenmektir,''  denir. Çünkü iki saatlik bir dersi vermek için üç, dört saat emek veriyorsun, sindire sindire, sınava hazırlanan öğrenci ciddiyetiyle çalışıyorsun .

Yaz dinlencelerinde  yabancı gezginlere rehberlik yaptım. İki dil bilmenin yararlarını, insan o zaman daha iyi anlıyor.

Ve Fırat Üniversitesi Coğrafya asistanlığı sınavı...Elazığ'da malum güruhun baskıları sonucu yapılamayan sınavlar Ankara'da gerçekleştirilmişti. Türkçeden İngilizceye, İngilizceden Türkçeye...Pek kolay geldi bana...Gözümün önünde Sevgili dost Eyüp'ün gülümseyen gözleri, aydınlanmış yüzü...

Doktora sonrası Yardımcı Doçentlik Sınavına Erciyes Üniversitesi'nde girdim. Coğrafyada doktoralı bir elemanın çevirileri kısa sürede, sözlük yardımına gerek duymadan başarıyla yapması  yarkurul üyelerini şaşırtmıştı. Sonradan Erciyes Üniversitesi Rektörü olan Mehmet Şahin ''Maşallah !'' demekten kendini alamamıştı. Sınav sonrası, Liseyi dışardan Nevşehir'de bitirdiğini anlatmıştı. Yarkurul üyesi iken Doçent idi Mehmet Şahin.

Doçentlik için gerekli olan Yabancı Dil Sınavı'na 1986  Mayısında  Fırat Üniversitesi'nde girdim. Ailecek gitmiştik Elazığ'a. Daha bir yıl önce bu kentte görevliydim. Sevgili dost Adnan İnce bırakmadı bizi konukevine, otele. Meral Hanım büyük sevinçle, mutlulukla ağırladı bizi. 8 yıl geçirdiğimiz bu diyarda anılarımız vardı. Akşam Muhtargil geldiler. Ardından Mahmut Ataygil, Dursun Çitciler...

O sınavda aldığımız puvanla da doçentlikte bir aşamayı başarıyla geçmiş olduk...

Meslek yaşamımızda anadilimiz Türkçe, elbette, özenli kullanmağa, güzel yazmağa, konuşmaya önem vermişizdir. Fakat  günümüz Esperantosu, uluslararası dil, tartışmasız İngilizcedir.  Bağnazlığa gerek yok. Sempozyumlar , konferanslar için ülke dışına çıkanlar eğer İngilizce sunum yapamıyorlarsa dikkate alınmıyorlar. Bu tür pek çok olayı katılımcıların ağzından dinlemişizdir.

İnsan yaşamında olumlu izler bırakan dost, kardaş, arkadaşlar vardır. Eğer, Eyüp, o Fransız eğitmenin , kendisinin pek zoruna giden sözlerini duymasaydı belki de İngilizce çalışmağa başlamayacaktı. Olayı bana anlatmasaydı, benim de haberim olmayacak, ben de ona katılmayacaktım.

Ne mutlu ki, Eyüp Karakaya adlı bir dostum, arkadaşım olmuş.

Eyüp bugün Mersin'de yaşıyor... MTA'da görevli iken , Hitit diyarından evlendi; Sebiha Hanım kardeşimizle...Karakaya ailesine selam, sevgi...Yaşamımda güzelliklere yer açan, kılavuzluğu ile yaşayışımı renklendiren arkadaşıma selam, sevgi...Binlerce şükran, binlerce  sevgi..