AŞIKLI DAĞ
zor üstünü aşmak senin,
aşıklı dağı
hangi mevsim yalnızsın
hangi günler üzgün
biliyorum :
hazan mevsimi olsa gerek
bu mevsim ki
yaprağını efil efil dökerek
çıtlatır seni
çırılçıplak kalırsın
o kar kışın ortasında.
odalarında sıcak herkes
uykuları mışıl mışıl.
sen orda üşürsün,
titreyerek inlersin
dediklerim yalan mı ?
aşıklı dağı
ne dersin (*)
Gözümüzü açtık, Aşıklı Dağı’nı gördük.
Ihmış, çökmüş hörgüçlü bir deve görkeminde.
Çocukken bize pek gizemli görünürdü; hakkında efsaneler anlatılırdı.
Adı nerden geliyordu? Tepesinde, Güvercinlik üstünde bir yatır gömütü vardır. Kimdir, nedir bilinmez. Fakat, bir ermiş, bir evliya, bir aşık…
Tekke bağlarındaki türbeye mum dikenler, adak kurban kesenler, eğer vakit varsa, yorgunluğuna katlanabilirlerse, bu yatır mezarını da ziyaret ederlerdi. Sevap işlediklerine inanarak. İlginçtir; bu yatır gömütünü ziyaret İslam olmayanlarca da geçerliymiş; 1924 ‘te Karamanlı Ortodoks Türkler, Yunanistan’a göçürüldükten sonra, yerlerine gelen Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk Müslümanları da bu ziyaretleri bir gelenek hale getirmişlerdir.
Göre’den çok Güvercinlik’e yakındır Aşıklı Dağ . Bu köyün evleri dağın güneye bakan yamacında, volkanik tüf mağaralarla içli dışlıdır. Göre’den baktığımızda bazen yarısı sisler içinde görünürdü Dağın . Bıçakla kesilmişcesine. Önünden , Kaymaklı,Derinkuyu,Gölcük,Niğde,Uukışla,Pozantı,Adana,Mersin yolu geçer.
Aşıklı’nın belki, günümüzden 60,70 yıl önce üzerinin meşe ağaçlarıyla kaplı olduğu söylenir. Keçiler kemire kemire, kaçak yollardan kesile kesile tükenme noktasına gelmiştir. Oysa, ormanı olsaydı, koruyup geliştirseydi atalarımız, ne güzel bir mesire yeri olurdu.
.....................
1957 yaz ayları…
Aşıklı Dağı’nın dibinde Yuvanlı Boğazında sulak bahçemize şeker pancarı ekmişiz.
Sulamak için burada kalıyoruz gece gündüz.
Öyle düşler kuruyoruz ki…Pancarı satacağız; Kayseri Şeker Fabrikası bize öyle çok para verecek ki, traktörümüzün yanına bir de kamyon alacağız. Belki otomobilimiz de olacak. Düş kurmak parayla değil ya.
Bir gün karar verdik; Aşıklı Dağı’nın tepesine çıkacağız. Hüseyin, Mustafa, İlhan, İsmail, Ahmet…9-13 yaş aralığında beş çocuğuz. Havuza suyu tuttuk. Büyüklerimiz derdi ki, 2 saatte dolar havuz. Bu süre içinde çıkıp ineceğiz. Havuz dolup da taşmamalı. Belki fazla sular çevreye zarar verebilir. Her birimize el büyüklüğünde ekmek düşüyor. Bir bohçaya koyduk onları. Küçük bir testiye su doldurup yanımıza aldık. Dağa tırmanmağa başladık. Dağcılık eğitimi almamışız; dikine çıkıyoruz. Oysa, yanlamasına yürümek gerek. Bilmiyoruz. Fakat keyifliyiz. Yükseldikçe gözerimi genişliyor, gökbitimi –ufuk- seriliyor önümüzde. Yorulunca durup sırayla testiden su içiyoruz. Yamaca oturup, bir taşın üstünden ayaklarımızı sarkıtıp, kırcılı, bet sesimizle türküler çağırıyoruz:
Ordunun dereleri Aksa yukarı aksa
Vermem seni illere Ordu üstüme kalksa.
Sonra yine tırmanıyoruz. Meşe ağaçlarının bazıları iyi gölge veriyor. Dinleniyoruz. Ekmeğimiz azdı, tükendi. Suyumuz azdı, bitti. Boş testiyi niye taşıyalım; Ahmet vurdu, kırdı. “Zaten sızdırıyordu, çatlaktı!” diye de savundu kendini. İsmail dedi ki: “ Şimdi, farzedelim ki, teyyaredeyiz.” Sanki uçağa binmiş gibiyiz.
Taa aşağılarda, Kore Savaşlarına katılsın katılmasın, dönen gazilerin Nevşehir pazarında sattıkları Japon teneke oyuncak arabaları gibi küçük görünüyor burunlu otobüsler, kamyonlar. Tozu dumana katarak Adana, Niğde üzerinden Nevşehir’e , ya da ters yöne doğru gidip geliyorlar. Traktörler, kaptıkaçtılar daha da küçük görünüyor.
Yükseldikçe, yorgunluğumuz artacağına azalıyor. Bir temiz yel esiyor; terimizi kurutuyor. Türkmen bilgesi, Göreli filozof Hüseyin dedem ne rüzgar derdi,ne de yel:Eser derdi. Dağın doruğuna çıkınca lalü ebkem kesiliyoruz. Kimse bir şey konuşmuyor. Herkes kendine göre bir yöne bakıyor.
Taa ilerde,doğuda dorukları karlı Erciyes…Batıda çifte doruklu, yine karlı Hasan Dağı. Arada Acıgöl’ün küçük yanardağ tepeleri. Erdaş Dağı…Melendiz Dağı, Göllüdağ…Sonra babamın ikinci öğretmenlik yaptığı köy: Suvermez çevresindeki tepeler…Süğdeli Tepe, Til tumbası, Mazı tumbası, Eneği yakınında Göztepe, biraz beride Ayaktaş Tepe. Mercimek Tepe…Ardında Boğaz, Kızılcin köyleri. Göre…
Sararmış, kehribar gibi kızarmış ekinler biçilmiş. Öküzlerin çektiği kağnılar cızır cızır, sapı harmana taşıyorlar. At arabaları yanında son 5-6 yıldır traktör vagonlarıyla da tahıl demetleri taşınıyor. Asrileşiyoruz artık. Kağnı cızırtısına motor sesi karışıyor. Öküz sidiği kokusuna, mazot kokusu karışıyor. Esen yeller yünsü yünsü kokuyor hala. Çünkü davar sürüleri var.
Yukarıyazı susuz. Tümüyle bozarmış… Köyümüz Balıklaya ile Hisartepe arasında kara kara taşların yamacında, duvar gibi lav akıntısı dikliğinin altında boylu boyunca uzanıyor. Ak ak evleri ne de güzel görünüyor. İnsan içindeyken ayırdına varamıyor.
Biraz ilerde Nevşehir. Kalesi, 1924 öncesi Karamanlı halkının tapınağı görkemli kilisesi, 1725’lerde yapılmış camisi ile güzel görünüyor. Köyümüzün önünden geçen çay, heryeri gökçe gövertili yaparak Nar’dan, Sulusaray’dan geçerek Kızılırmak’a ulaşıyor. Koyak gömgök…Çevresi üzüm bağları, sonra taşlık, kayalık yerler. Kızılırmak koyağının ilerisinde Hırka Dağı, İğdiş Dağı…Avanos’un çanak çömlek fırınlarından çıkan dumanlar bile seçiliyor. Uçhisar’ın ikiz çıkıntıları sanki elimizi uzatsak tutacakmışız gibi yakın. Ortahisar da güzel görünüyor. Sonra Damsa Koyağı…Ürgüp çukurda, buradan tam seçilemiyor. Kayseri’ye giden yol Topuz-Tekke Dağı’ndan aşıyor.
Ağcaşar ile Salur birleşmiş; Aksalur olmuş, fakat, dağın arka yüzünde olduğundan göremiyoruz. Güneye doğru bakıyoruz. Çardak köyü az ilerde. Boz yazılardan sonra Eneği (Kaymaklı) ve Melegübü (Derinkuyu) . Daha Nahiye Merkezi, kaza yapılmamış bu belde.
Esen yel terimizi kuruttu. Güneş tatlı tatlı ısıtıyor. Sıcaktan şikayet etmiyoruz. Oysa Yuvanlı Boğazı’na bazen sıcak çöker. Dağın doruğunda sanki Everest’e çıkmış dağcıların kazandığı utkunun mutluluğunu yaşıyoruz.
Anlamlı anlamsız sesler çıkararak, türküler çığırarak çevremizi seyrediyoruz. Sonra, aşağılara bir taş yuvarlıyoruz. Taş, birçok gevşek parçayı da harekete geçiriyor. Bir iken on, yüz oluyor…Taşın taa Niğde yolu yakınlarına dek indiğini gözlüyoruz. Toz duman içinde.
Ve kuşlar çığlık çığlığa. Belli ki, yuvaları burada, meşelerin arasında. Belki cücük zamanıdır; yavrularını büyütüyorlar. Bizlerin haylazlığından tedirgin oluyorlar; zarar vereceğimizden korkuyor olmalılar.
Gizemli bir hava var. Nevşehir ve ilçe merkezlerinin kendi elektrik santralları çalışıyor. Kaymaklı da kendi elektriğini üretiyor. Tın tın tın diye un değirmeninin sesi geliyor. Göre’de biz, tahılımızı suyla çalışan değirmende öğütüyoruz. Elektrikle çalışan bir değirmen bize pek gizemli, pek olağan dışı geliyor. Durup dinliyoruz. Hoşlanıyoruz bu sesten.
Bu kez Ahmet konuşuyor : “İşte şimdi haggaten tayyarede gibiyiz. Gozlerinizi gapayın! “ diyor. Kapatıyoruz. Kendimizi uçaktaymış gibi duyumsamak için. Fakat, Hüseyin dalgın, düşünceli. Bir Kızılırmak koyağına, Avanos’a, Gülşehir’e doğru bakıyor. Dönüyor sonra Erciyes’i seyrediyor. Dönüyor sonra Hasan Dağı’nın ikiz doruklarına bakıyor. Dönüyor sonra Aladağlar’ı, Demirkazık Tepesini seyrediyor. Ellerini yana doğru açıyor, bağırıyor :
“ Dünya ne gadar böyükmüş böylee ! ”
.......................
(*) Çetin, İ. 1972. Oyun ( şiirler )