" Ben Sana Nobel Alamazsın Demedim"
Orhan Pamuk’un son romanını okuyorum.
“Beyaz Kale”de ve “Benim Adım Kırmızı”da bizi Osmanlı İstanbul’una götüren; “Kara Kitap”ta hem Şeyh Galip’i anlatıp hem yakın dönem İstanbul’unda gezdiren yazarımız yeni bir İstanbul romanıyla karşımızda.
Yazdığı romanların teknik ayrıntılarını, kahramanları konuşturma biçimlerini inceleyen onlarca akademik tez, ondan kat kat fazla bilimsel makale kaleme alınmış olan bu yazarımızın romancılığını tenkit etmek benim harcım değil. Ancak bu romanında dikkatimi çeken, kitabın Türkiye okuyucularından daha ziyade yabacı okurlar için yazıldığı hissini uyandıracak kimi anlatım hususiyetlerini zikretmeden geçemeyeceğim.
Yazarımız Tanzimat döneminin mümbit yazarı Ahmet Mithat Efendinin romanlarında sıkça uyguladığı ve edebiyat fakültesi öğrencilerine romanımızın emekleme çağında olduğu o dönem için mazur görülmesi gereken bir kusur olarak anlatılan; ana konuyu bir tarafa bırakarak olay örgüsü içerisindeki herhangi bir şahsa veya malzemeye dair bilgi verme tekniğine Nobelli bir yazar olarak geri dönmüş görünüyor.
Mesela bir yerde, tıpkı Ahmet Mithat Efendi gibi burada genç okuyucular ve yabancı okurlar için boza hakkında kısaca bilgi vermekte fayda var diyip bozayı anlatmış. Yahut şu anki cumhurbaşkanımızın siyaset sahnesinde önemli bir aktör olmak yolundaki en önemli adımı olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi bir içki masasında bozacıyla sohbet eden bir arkadaş grubunun bakış açısıyla resmedilirken yazarımızın verdiği malumatla kendisinin “dinci aday” olduğunu öğreniyoruz.
Pamuk’un eserlerini yazarken son derece ciddi bir hazırlık süreci geçirdiğine uzun gözlemler ve okumalarla ele aldığı dönemin kıvrımlarına nüfuz etmeye çalıştığına hiç şüphe yok. Hatta mesela Kara Kitap’ta okuyucuyu müstehzi bir edayla sigaya çektiğini ve kendisinin bin bir emekle kaleme aldığı bu konuda okuyucunun acaba ne derece anlamaya ehil olduğunu sorguladığını da biliyoruz. Eseri için bu kadar emek sarf eden bir yazarın böyle kaprisleri bir okur olarak beni çok rahatsız etmediği gibi yazının da böylelikle daha keyifli bir hale geldiğini söyleyebilirim.
Beni özellikle bu romanında tedirgin eden esas mesele ise yazarımızın ruhuna sinmiş müstemleke münevveri tavrının romanlarında bir biçimde tezahür etmesi. Evet, iyi gözlem yapıyor belki ama şunu da söylemek lazım ki maalesef yazarımız, bu memleketin sokaklarında “Matrix”in içerisindeki casus yazılımlar” gibi müstekreh bir tecessüsle cevelan ediyor. İlgi gösterdiği anlamaya ve anlatmaya çalıştığı her şey onda; buralardan olmadığı hissini uyandırıyor. 1863 yılında kurulduktan, tam 40 yıl sonra ilk Müslüman mezununu Halide Edip’le vermiş olan Robert Koleji, Orhan Pamuk’un da okulu… Kara Kitap’ta, Masumiyet Müzesi’nde ya da işte bu son romanında anlattığı İstanbul semtleri, Nişantaşı’nın Teşvikiye’nin dışına çıktığında yani doğal yaşam alanlarının dışındaki yerlerde yazarımızın bu “yabancı” tavrını bir okur olarak ben, hissediyorum.
Büyük yazar olmak Nobel almak mıdır, dünya çapında tanınmak mıdır, önemli Amerikan üniversitelerinde dersler verip dünyanın prestijli ödüllerini kazanmak mıdır? Bu sorulara verilecek evet cevabı, hakikatin bir başka yönünü setretmediği ölçüde doğrudur. Peki, Türkiye’de yaşayan ve ortalama Müslüman- Türk hassasiyetlerini taşıyan bir okur olarak benim Orhan Pamuk’a karşı duyduğum “yabancılık” hissi onun üzerinde düşünmesi gereken bir olgu değil midir? Eserlerinin çevrisinin aslından daha güzel olduğunu söyleyen kimi eleştirmenleri de nazarı dikkate aldığımızda, Pamuk’un; bizden çok “Chicago Tribune”de çıkacak bir övgü yazısını hedef görüp kalem oynattığını düşünmekte haksız mıyım?
Malum hikayede vezir olduktan sonra babasını ayağına getiren evlada, babanın verdiği cevapla yazıyı bitirmek belki de en iyisi olacak: Biz sana Nobel alamazsın demedik ki…..