BİNGÖL’ÜN YAYLA GÜZELİ

BİNGÖL’ÜN YAYLA GÜZELİ

Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum,

Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum.

Bekçileri gibiyiz ebenced buraların,

Bu tenha yerlerin, bu vahşi kayaların

Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi,

Her gün aynı pınardan doldurur testimizi

Kırlara açılırız çıngıraklarımızla.

Oluma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni,

Kuzular bize söyler yılların geçtiğini,

Arzu, başlarımızda yıldızlar gibi yüksek;

Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,

Dolaştırıp dururuz ayı daüssılayı,

Her adım uyandırır acı bir hatırayı.

Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,

Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı

Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an,

Madem ki kara bahtın adını koydu çoban !

Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,

Çıngırak seslerinin dağlara değdiğinden

Anlattı uzun uzun.

Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun

Nadir duyabildiği taze bir heyecanla,

Karıştım o gün bu gün bu zavallı çobanla

Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,

Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına. (*)

…………………………..

‘’ Ankara’nın dağdağasından, uğultusundan yorgun düşmüş dimağımız…

Bingöl’deyiz. 1940’lara değin Çapakçur imiş adı. Daha da önceleri vilayet merkezi burası değil; Genç kasabası imiş.

Şairane duygular uyandıran bir tarih bilgisini hep anımsarım…Türkmen başbuğu Uzun Hasan Bey, Akkoyunlu Devleti’ni yazın Minbulak adını verdiği Bingöl Yaylalarından yönetirmiş. Kışlak olarak da Diyarbekir’i ve Tebriz’i kullanırmış…

Neyse efendim, öğrencilerimizle çıktığımız yurt gezisinde Bingöl’de durmuşuz. Çiçek kokulu bal…Çiçek kokulu süt…Çiçek kokulu, karanfilli çay, çiçek kokulu tereyağ…Nar gibi kızarmış, fırından yeni çıkmış, buğusu tüten somun ekmek… Kahvaltımız şahane…Çapakçur Çarşısı’nı geziyoruz. Birden karşımıza bir ana ile kızı çıkıveriyor. Çekicilik desek yetersiz kalır; cazibe desek tam karşılığı olmaz…Ana gösterişli…İri yarı , yere sağlam basan bir hatun. Eskilerin ‘’Osmanlı karı’’ dedikleri cinsten…Sağdan soldan bakanlara, dikkatle izleyenlere tatlısert bakarak yürüyor. Özünden emin, gururlu…Ya yanınca yürüyen kızı…Dünyalar güzeli…Yeşilçam’da film çeviren aktrislerin hiçbiri eline su dökemez. Boy, bos, kaş, göz, güneş yanığı bakırlaşmış yüzünün anlatılması zor güzelliği…Gökçe gökçe gözler…Bakırca yanık alnında sıra sıra altınlar yemenisini altında parlıyor; şavkı göz kamaştırıyor. Kahkülü erkeği baştan çıkarır, aklını başından alır. Cepkenini zorlayan göğüsler… Lacivert kadife giysiler içinde bir afeti devran…Belli ki yaylanın özgür havasında doğup büyümüş, karlı sular içmiş, balıyla, kaymağıyla kazanmış bu güzelliği…Gözlerimizi alamıyoruz. Lalü ebkem kesilmişiz. Çapakçur Çarşısı’nda zaman durmuş sanki. Dükkanın camından içeri bakarken o, bakışlarımı alamıyorum, diri kalçaları işlemeli fistanını zorluyor. Serde gençlik de var. Bekarım. Altın sarısı,kumralca saçları belik belik, belinden aşağı iniyor. Işık saçan örgülü saçlar…Bir an sanki yüzlerce yıl gerilere gitmişiz gibi.. Gürültü yok ortalıkta. Tüm bakışlar onda…Alışık değil kızımız bu ilgiye…Utanıyor, anasının kanatları altına sığınmak isteyen bir civciv gözümde canlanıyor.

Ana, sanki çevrede kimse yokmuş gibi rahat. Birden bizi farkediyor. Kente yabancı olduğumuz, konukluğumuz belli ; anlıyor. Sanki yüzünde bir gülümseme var. Bu, bana cesaret veriyor. Fotograf makinamı sıkıyorum, ellerim terlemiş. Acaba bir resim çekebilir miyim, tepki gösterir mi? Hazır objektif;açık. Bingöllü öğrencim var Şuayyip adında. Ona söylüyorum. Kararsız kalıyor. En iyisi doğrudan kendim sorayım. Cesaretimi toplasam da sesimin titremesini önleyemiyorum. Saygıyla:

‘’ Bir resminizi çekmek isterim. İzniniz var mı hatun ana!’’ diyorum.

Beni şöyle başımdan ayağa süzüyor. Bu birkaç saniyelik bakış bana saatler gibi geliyor.

Önce sert bakışları yumuşuyor, yanık bakır yüzü daha da güzelleşiyor; gülümsüyor.

‘’ Resmini çekip de netcen ! Parasını ver; al götür.’’

Bu söz bizi önce şaşırtıyor. Sonra gülüşüyoruz. Bingöl Çarşısı da bizle birlik olmuş, gülüyor sanki.(**)

………………………….

  • Bingöl Çobanlarına. Kemalettin Kamu.

** DTCF Profesörlerinden Coğrafyacı hocam Erdoğan Akkan’ın anlattığı olay öyküleştirilmiştir. Bunu 4 Mayıs 1968 günü Konya-Ereğli-İvriz yolculuğu sırasında anlatmıştır.