Masamda bir lamba
Yanında bir kitap
Basarım lambanın düğmesine
Lamba aydınlatır kitabı
Okudukça kitabı
Kitap aydınlatır beni.

Hüseyin Güney (1993. Barışın bekçisi s.32. Ankara)
 
“ Kadınlar gençlik için; yemek, doymak içindir; dostlar toplum için; ev, çiçek, taş ve antika şeyler satın almak içindir. Bundan sonra insanı fazla ilgilendirmezler. Ama kitaplar, hem gençlik, hem yaşlılık, hem hastalık,hem açlık, hem soğuk, hem rüzgar, hem yağmur içindir.”
 
Filozof Yüan-Mei söylemiş bu sözü.
 
Anadolumuzun, Trakyamızın köylerini düşünüyorum.
Beldelerini, yoksul varoşlarını, banliyölerini…
Evlerde kitap yoktur.
Evin çocuğu, çocukları, gençleri öğrenci ise, ders kitapları vardır.
Onun dışında roman, öykü, deneme, şiir kitabı yoktur.
Kitaba ancak öğretmen evlerinde rastlarız.
Öğretmen kitapsız olmaz.
Kitapsız ise zaten, adı öğretmen olsa da, gerçek eğitmen değildir. Göstermeliktir, o kadar.
 
1961 yılında Hamdi ağabeyimin dolabında, Hayat dergileri arasında kalmış bir kitap buldum: Yazmak sanatı, Güzel Konuşma…Yazarı İvriz Köy Enstitüsü Türkçe-Edebiyat Öğretmeni Ali Ertan…14 yaşımın coşkusuyla kitaba sarıldım. Kitabı Eğitim Bakanlığı ya da bir Devlet kurumu yayımlamamış. Belli ki, bir kasaba basımevinde ( Konya Ereğlisi ) dizilmiş, basılmış. Satırlar dümdüz gitmiyor; eğri büğrü…Harfler aynı boy değil. Demek ki, hurufat kasasında ne buldularsa onunla dizmişler. Kullanılan kağıt da “saman”, üçüncü hamur…İyi ciltlenmemiş, dağılıyor. 1940’ların koşullarında , bir öğretmenin, öğrencilerine bir kitap kazandırmanın özverisiyle çalışan bir eğitimcinin olanakları bu denli sınırlı işte…
 
Buna karşın,kitap beni öyle bir sardı ki.
Neden? Çünkü, örnekleri tümüyle yaşamdan alınmış. Öğrenci anlatımları da öz yaşamlarından aktarılmış.
 
Aradan 61 yıl geçtiği halde unutamadığım birkaç bölümünü aktarmak isterim. Kompozisyon nasıl yazılır?
 
Binbir zorlukla posta dağıtıcısı olarak iş bulan orta yaşlı bir adam. Sabah, erkence  sevinçle işine başlıyor. Bir gün önceden çantasına doldurduğu mektupları, paketleri dağıtmağa başlıyor. Sokak sokak…Çantasına elini atıyor, ne çıkarsa…Böyle böyle bir sokaktan birkaç kez geçmek zorunda kalıyor. Bütün mektupları evlere, dükkanlara, devlet dairelerine dağıtıyor ama, pek yorgun düşüyor. Akşam, evine varıyor, çorbasını bile içemeden sızıp kalıyor yorgunluktan. Gece kabuslar içinde rüyalar görüyor. Görevi bırakmayı bile düşünüyor. Ertesi gün düşünüyor. Bu iş böyle olmayacak. N’etmeli, n’eylemeli?  PTT merkezine gidip yeni dağıtılacak mektupları, paketleri alıyor. Çantasına koymadan önce sokaklara göre sıralıyor. Önce sokak, sonra ev numaraları…Böylece o gün hem işini süratle bitiriyor, hem de fazla yorulmuyor. Posta dağıtıcısı kahramanımız giderek işini seviyor, benimsiyor, herkesin yolunu gözlediği bir insan oluyor…
 
İkinci örnek bilinen bir olay…Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir kumandan kurtarır, bir kumandan bir savaş kazanır, savaş kazanan bir kumandan bir ülkeyi kurtarır.
 
Örnek öğrencilerin verdiği anlatımlardan alınmış. Birçok öğrenci bunu “klişe” sözlerle açıklamış. Fakat, bir köylü çocuğunun açıklaması pek içten, şöyle : “Ben yoksul bir ailenin okuyan tek çocuğuyum. Köyden kasabaya okula gidip gelirken giydiğim tek ayakkabım vardır. Yol bozuktur. Taşlıdır, çamurludur. Giye giye aşınmış ayakkabım. Baktım önündeki  demir nalçanın çivisi düşmüş. Aldırmadım. Onarım için param yoktu. Kimbilir kaç lira isterdi tamirci. Sonra diger çivi de düşünce nalça yitip gitti. Giderek ayakkabımın önü açıldı. Parmaklarım, parçalanmış çorabımdan görülüyor, öğretmenlerimin, arkadaşlarımın önünde utanıyordum. Yine aldırmadım. Ayağım soğuktan etkilendi. Yağmur yağdı, ıslandı. Sonra bir sabah ateşler içinde uyandım. Takır takır  öksürüyordum. O gün ve o hafta okuluma gidemedim. Tam da sınav dönemi idi. Birçok dersten başarısız oldum, bütünlemeye kaldım.Güz döneminde dersleri kurtardım. Fakat, bu olay bana bir ibret dersi oldu. ”
 
Türkçe öğretmeni Ali Ertan, bu kompozisyon ödevine tam not vermiş olmalı…
 
Şimdi arıyorum, o kitap ne burada, ne de Ürgüp’teki evimizde var.

Nerede acaba? 1978 haziranında Fırat Üniversitesi’ne geçince, Ürgüp’teki kitaplarımı Göre’ye götürüp babamın evine yerleştirmiştim. Acaba, bir ödevi yapmak için, kitaplığı tararken, yeğenlerim aldı da,  sonra geri getirmeyi unuttular mı !
 
Değerini bilseler yanmam…Ama, ne yazık ki, kitapla soba, tandır tutuşturuluyor birçok köy evinde. Oysa, ne değerli bir varlıktır kitap. Elbet, bunu öğrenmesi için köylümüzün, eğitilmesi gerekir. Ya değilse, onun, onların eskimiş bir gazete kağıdından öte değeri olduğu bilinmez, anlaşılmaz…
 
Sözünü ettiğim kitabı, yıllardır sahaflarda arıyorum. Yok.
Fakat, yalnızca bu kitaba erişmek için İvriz İlköğretmen Okulu’nu ( Eski Köy Enstitüsü ) ziyaret etmeğe değer. Ya da gidip, Ereğli İlçe Halk Kütüphanesi’nde bu kitabı aramam gerekecek bir yaz dinlencesinde.
 
Ali Ertan öğretmenim yaşıyor mu acaba?
Yaşıyorsa belki 90’ında ya da daha ilerdedir... Tam bilemiyorum.

Ve Onun hazırladığı o “mütevazı” kitap şimdi elime geçse, sevinçle, coşkuyla, bir sınava hazırlanırcasına fakat  istekle, zorlama olmaksızın her bir sayfasını, her bir örnek okuma parçasını tadına vara vara, yeniden değerlendirirdim.
 
Bir kitap, özünü böyle özletir mi?
Bizler gibi kitap sevdalıları için, Türkçe aşıkları için, bu sorunun yanıtı “evet” tir…