Bitli Bakla

                                                            Bitli Bakla
                                                                
 
 
Yarıyıl tatili. Öğrenci diliyle 15 günlük dinlence.
Ürgüp’te, evde çok sayıda hanım var,konuk…
Gülüşler, güzel Ürgüp Türkçesiyle anlatılan anılar…
Bu arada keyifle içilen çaylar…
Tadına varılarak yenilen pasta,poğaça,börek,çörek,kek…
Hatice Hanım, dünden beri hazırlık yapıyor.
Ev sahibi utlu (endişeli,kaygılı) olur diyerek…”
 
Gelenler evli.
Fakat, bir genç kız var ki, bekar.
Ezik…Neden, çünkü, çirkinliğinin ayırdında.
Zavallı…İmrenik imrenik bakıyor diger hanımlara.
Pek söze karışmıyor. Çayını içiyor sessizce.
 
Tam evden çıkıyorlardı ki, ben giriyorum eve.
Kimi öğretmen hanımlarla tanışıyoruz önceden.
Selamlaşıyoruz. Eşlerini soruyorum.
Kısa kısa yanıtlarla ayrılıyorlar evimizden.
Nevşehir’den, Avanos’tan, Kayseri’den,Yeşilhisar’dan gelenler var.
 
Konuklar tümüyle bitirememişler evde yapılanları.
Çay konuyor önüme. Yanında unlu yiyecekler.
Ben en çok ıspanaklı, kıymalı böreği seviyorum.
Hatice’nin annesi:
Zavallı…Nasıl da çirkinimiş. Kimse almaz bu kızı. Evde galır, gız gurusu olur.”
Nasibe Hala mutfaktan yanıt veriyor.
Öyle dime bacı. Bitli baklanın kör alıcısı olur.”
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
PALTO
 
 
 
Ürgüp, Kayseri iline bağlı bir ilçe iken, öğretmenler bir toplantıya çağrılır.
Toplantı il merkezinde.
Pazarören Köy Enstitüsü mezunları, yıllar sonra birbirlerini görürler.
Pınarbaşı'nın, Tomarza'nın, Felahiye'nin, Sarız'ın, İncesu'nun, Develi'nin köylerinde görev yapan öğretmenler sevinçle kucaklaşırlar. Öğrencilik anılarını aktarırlar birbirlerine.
 
Ürgüp'ün Mazı köyünden Mustafa Sönmez de bu toplantıya çağrılmıştır.
Kayseri'nin, o döneme göre lüks sayılacak bir otelinde yapılır toplantı.
Yarıyıl dinlencesi günleri.
Hava soğuk mu soğuk.
Sıcaklık eksi yirmilerde.
Herkes bulabildiğince kazak,palto giyip gelmiş.
 
Sarıhıdır köyü öğretmeni Kemal Yenice'nin dikkati bir adamın üzerindedir.
Adam, sürekli olarak öğretmenleri küçümseyici bakışlarıyla süzer.
O zamanlar daha süzekli sigar yoktur ülkemizde.
Adam, belli ki varsıl, yurt dışından getirtiyor olmalı, sürekli olarak bu sigaradan tüttürür.
 
Kemal Yenice, adamı izler, vestiyerdeki paltosunun numarasını öğrenir.
Öğretmenlerin paltoları, gocukları yanlarındadır.
Kemal Yenice, yıprak paltosunu Mustafa Sönmez'e verir. Ve "susss!" işareti yapar.
Arkadaşı anlar işin içinde iş olduğunu; sesini çıkarmaz.
 
Toplantı bitmiştir. Adam, yine yüzünde küçümseyici bakışlarla salonda kalır.
Şimdi kahvesini içmektedir.
Dişlerini gıcırdatır Kemal Bey,
" Sen küçümse bakalım Türk öğretmenini, kara cahil herif!" der.
Mustafa Sönmez öğretmen bir anlam veremez bu sözlere.
 
O sırada Yeşilhisar'ın Kale Köyünde öğretmen İrfan Dere gelir yanlarına.
Birlikte çıkış kapısına doğru yürürler.
Kemal Yenice, kendine güvenen, tok bir sesle, varsıl adamın numarasını söyler.
Vestiyerdeki otel görevlisi hiç duraksamadan kalın paltoyu verir.
Kemal Bey, çıkarır, adama  20 TL verir.
İrfan Dere öğretmen şaşırır:
 "Oooo Kemal kardaşım, bu ne cömertlik böyle. Elin açık maşallah!" der.
Kemal Bey önleyemediği bir gülüşle arkadaşına yanıt verir.
"Aman sus arkadaş. Sen olsan 40 TL bahşiş verirdin. Bir varsıl adama ders verdim de," der.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                                                            ALABULUT
 
 
 
19 Mayıs gösterileri.
Hava şurup gibi. Sıcak, güzel. Tadına varıyoruz.
Parlak gökçe bir gökyüzünde pamuk öbeği bulutlar.
Salih Çavuşoğlu ile töreni izliyoruz. Gölge falan da değil durduğumuz yer.
Enerji toplayalım diye. Güneş altında yanıyoruz.
Biz giyiniğiz.
Olan öğrencilere oluyor.
Gövdelerinin açık yerleri yanıyor,kavlak kavlak olacak yarına.
Çavuşoğlu :
Biz de zamanında çok yandık. Sıra bunlarda. Bu dünya böyle işte.Sırasını savan geçer.”
 
Ben gökyüzüne bakıyorum.
Bulutları seyretmeğe doyamıyorum.
Şimdi, şurda, bir Atatürk profili çıksa,diyorum.
Ne güzel olur.
Hazır,yanımda fotoğraf makinem da var.
Arıyorum, gökyüzünü tarıyorum. Böyle bir fotoğraflık konu yok bulut yığışımlarında.
Yanımızda bir genç duruyor.
Kaş göz işaretiyle soruyorum Çavuşoğulu’na “ Kim bu?”
Kulağıma fısır fısır söylüyor .
 “ Mahmut Atalay. Türkçe öğretmeni.Yeni atanmış.”
İyi, güzel.
Fakat Bay Atalay durgun.
Böyle güzel bir günde sevinmeli insan.
Gözlerim gökyüzünde, herkesin duymasını ister gibi konuşuyorum.
Trajik-dramatik,teatral bir ses tonuyla.
Eeey Allah ! Sen beni alabulut sıcağından, kısır avrat kucağından koru.”
Çavuşoğlu yavaşça “Amiiin ! “ diyor.
Fakat, bakıyorum Atalay öğretmen uzaklaşıyor.
Gözlerimle izliyorum. Sanki bize kırılmış gibi.
Coğrafya öğretmeni Yusuf Erdoğan yanıma geliyor.
Emrullah, baltayı taşa vurdun gine” diyor.
Niye yav? “
Bu Mahmut Atalay var ya. 10 yıldır evliymiş. Çocukları olmuyormuş.”
Çavuşoğlu söze giriyor.
Anlaşıldı. Demek, karısı kısır. Dokundu. Onun için yanımızdan ayrılıp gitti.”
İçim cızzz ediyor; buruk.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                                                              TUZLU KOYUN
 
 
 
Hacı Hüseyin Ağa Ürgüp’ün tek kuyumcusu.
Ancak bu iş onun tek geçim kapısı değil.
Aslında üzüm bağları var. Evinde halı dokunuyor.
Kuyumculuğu boş vakitlerinde yapıyor, oyalanmak için.
 
Eli açık bir insan: Ekmeğinin düşmanı.
Küçük dükkanında müşteriden çok,
                                                         yarenlik için gelenler kalabalık ediyor.
Temiz bir insan.
Safça.
Para isteyene veriyor.
Bu yüzden , boş gezenin boş kalfaları
                                                           pek seviyorlar Hacı Hüseyin Ağa’yı.
Borç değil.
Yazmak da yok deftere.
Birileri hanımına duyurmuş.
Bu gadar eliaçıklık da iyi deyil bacım; sevap işliyor amma, iflas edecek bu gidişinen.”
 
Hakime Abla bir gün bize geldi, dert yanıyor.
Valla bacım, nöörelim, bilmem ki. Şaşırdım galdım.
  Duzsuz goyun duzlu goyunu yalıya yalıya bitiririmiş.”
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
AĞ PAKLA
 
 
Nevşehir köylerinde en çok sevilen yemektir ağ pakla.
Hemen her evin tandırında, çömlekte ağ pakla pişer.
Hatta Nevşehirliler, yarı şaka, yara ciddi, tandır odasının da eğimli olduğunu sanarak,
Göre'de çömleğin tanırda zincirle bağlandığını bile söylerler.
 
Ağ pakla.
Tandırın kor ateşinde, sıcak külünde saatlerce pişer.
Hiç ivmemek gerek.
Sonra o kararmış, isli çömlekten bir mucize dökülür sinideki kalaylı bakır tabağa.
Buharlar çıkmaktadır.
Ağ paklanın yanında domates turşusu olmalı.
Üstüne yağlı yoğurt.
Ve elbette tandır çöreği…Olmazsa olmaz. Yavan kalır, yarım kalır aş.
Sonra, gür gür gür yanan sobanın yanına kıvrılıp yatmalı.
Tadına doyum olmaz böyle öğünün de, uykunun da.
 
Azmi ağanın yolu Kayseri'ye düşer.
Parası vardır. Öyle mahalle içlerindeki aşevlerinde değil, pahalı bir restoranda yemek ister.
Bir polise sorar. " Oğlum, bu memleketin en bahalı garın doyrulacak yiri nire?"
Polis gülümser.
" Bak amca, görüyor musun, şu karşıdaki sıra sıra dükkanların ortasındaki restoran."
 
Azmi ağa yolun karşısına  geçer. Restoranı bulur. Girer içeri.
Yürüyüşünde bir değişiklik vardır.
Cepteki para, insana kostak kostak yürümeyi öğretiyor demek ki.
Hemen garsonlar üşüşür başına. Restoran sahibi bile gelir.
Anlamışlardır müşterinin yağlı olduğunu.
Önüne bir sert kağıt koyarlar. Başında beklerler.
Azmi ağada okuma yazma kıt.
                                               Asker ocağında öğrendiğini de unutmuştur.
Zorlukla okur bir yazıyı. "Beyaz fasulye"…
Bu arada masaya su, salata konmuştur.
Bekler Azmi ağa. Acıktığını duyumsar.
Biraz sonra garson, elindeki tepsiden bir tabağı masaya özenle yerleştirir.
Ağ pakla.
Birden kan tepesine sıçrar Azmi Ağa'nın. Tabancasını çektiği gibi tabağa ateş eder.
Birden yemek yiyenler can havliyle kaçışırlar. Garsonlarda bet beniz apak.
Bağırır ağamız.
" Lan, kırk yıldır bildiğim ağ pakla burada beyaz fasulye olarak garşıma çıktı ha!"
 
Masanın üstü birbirine girer. Darmadağın. Salatanın zeytinleri tir tir titremektedir.
Azmi ağa onları sakinleştirir.
" Gorkmayın lan, gorkmayın. Size sözüm yok. Siz orda da ziytinsiniz, burada da ziytinsiniz."