DÜM

DÜM

D. Mehmet Doğan’a ait olduğunu sandığım “d ü m” başlıklı fıkrayı ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum.  Aklımda kaldığı kadarıyla bahsi geçen fıkrada yazar, yerli-yersiz, gerekli-gereksiz yapılan eleştiriden ve dedikodunun neme-nem kötü bir hastalık olduğundan bahsediyordu.

Nedendir bilmem! Kulluk kitabımızda“ve onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Boş yere söylenilen sözden ve işlerden sakınırlar.”(I)diye geçer. Bizise ısrarla boş söze rağbet ederiz. Öyle ki, ne zaman iki üç kişi bir araya gelse ya hükümetin ya da bir başkasının aleyhinde konuşmaya başlayı veririz.   

Geçenlerde çok değer verdiğim bir dostumla muhabbet ediyorduk. Çok dinleyen az konuşan vasfımı bildiğinden olsa gerek, başta iktidar mensupları olmak üzere piyasadaki bütün olumsuzlukların altından girdi üstünden çıktı. Çayımı yudumlarken bir taraftan da gözüne bakıyor dikkatle dinliyordum. Hiç tepki vermeyişimden biraz kuşkulanmış olmalı ki, ‘siz ne diyorsunuz? Hocam’ dedi.

“Değerli kardeşim! Bu kadar süre konuştunuz, neyi halletmiş oldunuz? Boş yere çeneniniz yorulmuş oldu. Evet, insan konuşarak da olsa yer yer deşarj olmalıdır. Fakat deşarj olmak;fayda vermeyen işlerle uğraşmak, gereksiz laf kalabalığı yapmak değildir. Bu, enerjimizi boşuna harcamaktır.

Bilindiği üzere bizim kültürümüzde söylenmek (dedi-kodu) yoktur, söylemek vardır. Söyleyeceğimizi söylenmesi gerekene, yani de ehline söyleriz.” Dedim.

İzine geldiğim memleketimde bir grup esnaf arkadaşla sohbet ediyorduk. Her zaman ve her yerde olduğu gibi konu; emeklilerin maaşı, ekonomik sıkıntı ve bir de “Kültür Yolu” etkinlikleri çerçevesinde verilen konserlere geldi.

İçlerinden saygı duyduğum esnaf bir arkadaş; ‘Devlete iş yaptım. Yaptığım işin hak edişini vermeme rağmen paramı alamazken, konser veren şarkıcı ve türkücülere yığınla para veriliyor’ diye benim de katıldığım haklı bir serzenişte bulundu. Hükümete sitem etti.

Oradakiler devamla; meşhur “E Y T” meselesinden tutun da memur maaşlarına, memura verilip de emeklilere verilmeyen zamlara kadar birçok mesele hakkında biri alıp diğeri verdi... konuşma uzadıkça uzadı.

Konuşmalar bittikten sonra müsaade isteyerek ayrıldım. Müsait bir yere varıp şehrin yetkililerinden birini telefonla aradım. Buradaki konuşmaları kısaca da olsa özetledikten sonra benim de rahatsız olduğum, Kültür Yolu kapsamında verilen konserleri ve onlara verilen/verilecek olan paraların durumunu sordum.

Ardından da resmi kurumlara iş yapan esnaflar hak edişlerini vermelerine rağmen paralarını alamazken bu türkücülerin niçin getirildiğini, bir sürü paranın neden verildiğini sordum.

Muhatabım, bilgimin olmadığı o konuyu anlayacağım şekilde güzelce izah etti. Ona, “Sizin dediğinizi anladım. Fakat bu durumu halk bilmiyor. Bu konu onların da anlayacakları şekilde izah edilmelidir.” Dedim. O da; ilgili bakanlıkla görüşüp bu meseleyi kendilerine izah edeceğini söyledi.  

O görevli bu dediğini yapabilirse yapadursun. Her millet mi öyle bilmiyorum ama biz, biraz dedi koduyu seviyoruz. Sıkılmadan, daralmadan saatlerce birilerini çekiştirebilir, aleyhinde konuşabiliriz. Ciddi bir mesele, ilmi bir konu, dini bir izahat olduğundada hemencecik sıkılabiliriz.

Hatıra: Lise yıllarında yazları -okul tatillerinde- çalıştığım iş yerine mal almak için Konya’dan bir esnaf gelmişti. Onun her gelişinde güzel şeyler öğrenirdim. Hayırhah öğütlü, umur görmüş güzel bir insandı. Alış-veriş işlemini bitirip, hesabı gördükten sonra yemek ikram ettim.

Yemek esnasında karşılıklı epeyce muhabbet ettik. Sohbetin sonunda: “Bir gün bizim dükkâna komşularım geldi. Onu-bunu çekiştirdiler, onun-bunun aleyhinde konuştular. Anlayacağın Ahmet’im! İleri-geri birçok mesele konuşuldu. Baktım iş epeyce uzadı. Daha da uzayacağa benziyor. Hemencecik elime raftaki ilmihali alarak, arkadaşlar! Madem bu kadar arkadaş bir araya geldik. Şu ilmihalden biraz okuyalım. Dinimizi diyanetimizi öğrenelim deyince; biri müşterim gelecek biri alacaklım gelecek, bir diğeri de bir yere gidecektim diyerek dağılı verdiler.” demişti.

Evet, bu durum hiç de yabana atılır bir mesele değil. Üç aşağı beş yukarı çoğumuzun durumu böyledir. Daha da enteresanı, aynı yerde muhabbet ettiğimiz arkadaşlarımızdan biri yanımızdan ayrılsa, hemen onun aleyhinde konuşmaya başlarız.

Herhangi bir iş yerinde veya devlet kurumunda çalışanların epeycesi ya müdürün ya bakanın ya yanındaki çalışanın veya işyeri sahibinin hakkında demediklerini bırakmazlar. Aleyhinde konuşulan şahıs yanlarına geldiğinde de yapılmadık tabasbusluk kalmaz.

Elbette insan, makul ölçüler içerisinde hakkını aramalı, yerine göre eleştirisini de yapmalıdır.

Hakkını ararken, eleştirisini yaparken tahripkâr ve acımasız olmamalı,

Çalıştığı işi, çoluk-çocuğunun ekmek kapısı görüp, fedakârca, hile hurdaya başvurmadan çalışmalı,

Devletin veya çalıştığı yerin malını kendi malı gibi görmeli ve korumalı,

Çalıştığı kurumun sırlarını namusu bilip, bir başkasına vermemeli,

Tüm bunların ötesinde insan; kanaat sahibi, şükür sahibi ve hakkına razı olmalıdır.

Ahir kelam: O halde bulunduğumuz meclisi, “d ü m” (dedi-kodu merkezi) haline getirmeyelim. Doğrunun güzelin ve güzelliklerin konuşulduğu, iyilerden ve iyiliklerden bahsedilen mekânlar haline getirelim/dönüştürelim. 

Ahmet Belada

-------------0---------

I-23/3-31/6