EĞİTMEN IRIZA EMMİ
Maarif Vekili Saffet Arıkan’ın, Yücel’in, Tonguç’un eğitmenleriydi onlar.
Cumhuriyet hümanizmini, Atatürk rönesansını köylere ulaştıran aydınlardı onlar.
Cengiz Aytmatof’un Kırgız diyarındaki Öğretmen Duyşen’lerin
Anadolu’daki, Trakya’daki benzerleriydi onlar…
Erciyes Babanın doruğundaki buzul, toktağan karlar iyice erimiş, küçülmüş.
Güz kokuları gelse de, Kayseri hala sıcak.
Erciyes Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi girişine yakın bir duraktayız.
Yaşlı bir emmi, kitapları sermiş …Bekliyor…Seslenmiyor hiç…
Birden gözgöze geliyoruz.
Ben Onu tanıyorum bir yerlerden, ama nerden?
O da bana bakıyor kuşkuyla:
“ Yiğenim, ben seni biyirlerdentanıyom ya !” diyor…
1967 yılının Eylülü… Kızılırmak boylarını geziyorum.
Bitirme tezimi hazırlayıp fakültede sunacağım, ProfDr Reşat İzbırak başarılıbulursa, mezun olacağım 1968 Haziranında. Başarılı değil başağrılı olursa hazırladığım çalışma, bir yıl yitirme olasılığı da var.
Kuzeyden, Hacıbektaş yöresinden gelip Kızılırmak’a katılan bir çayın kıyısında yorgunluktan uyuyakalmışım. Çakılların üstünde uzanmışken, suların çağıltısı ninni gibi gelmiş anlaşılan.
Birden, güneş karardı. Bir gölgenin üzerime doğru eğildiğini gördüm.
“ Galk !” dedi. “Galk, yatma böyle, guneş ney çarpar,”…
Sevecen sesinin tınısında bir endişe, kaygı, …Ağabeyce…
Üstümü başımı çırptım, fotograf makinemi, içinde haritalarımın, not defterimin olduğu çantamı aldım. Elimden tutup kaldırdı, beni uyandıran köylü.
“ Uyuyakalmışım,” dedim.
“ Belli, yorulmuşsun. Aç mısın ?”
Yanıt vermedim, anladı.
Nevşehir’den Hacıbektaş’a minibüsle gelip sonra yürümüştüm çay boyunca.
Yorgundum, açtım.
Tok, acıkmam sanırmış özünü.
Hacıbektaş’ta, fırından taze ekmek, peynir alabilirdim.
Gerek görmemişim demek ki.
Yürüdük köye doğru. Yamaçta evler görülüyordu.
“ Kimsin, nesin, ne yapıyorsun buralarda boydak, böyle yayan yapıldak ? “
Anlattım.
“ Nerelisin?”
“ Göreliyim,”
Köyün en aşağısında bir evin hayat kapısını çaldı köylü. Seslendi:
“ Irızaemmiiii! Bak, misafirin var haaa!”
İnce, uzunca boylu bir köylü çıktı geldi. Gözlerinde soru: “Kimdir?”
Tanıttım özümü. “ Ben, Göreli...” der demez canlandı, yüzüme baktı, gözleri parladı.
“ Yoğsam, Şükrü Bey öğretmenimin oğlu musun? Tabii yav ! Nasıl da benziyorsun !..”
Onayladım gülümseyerek.
Durdu, kucakladı beni . Saman kokusu, tütün kokusu, Anadolu kokusu.
Baktım, gözlerinde yaş…Kendi adını söyledi. Birden anımsadım.
“ Benim eğitmenim var. Adı Rıza. Git, onu bul, sana yardım eder,” demişti babam dün.
Bunu anlattım.
“ Allahın işine bak ! Tesadüfün bu gadarı…”
Kızılırmak boyları alafalaf yanıyorken ev serindi. Alt katta bir odaya girdik.
Sedir kilimlerle kaplıydı. Ve bir köy evine göre yadırgı bir durum: Bel vermiş raflarıyla koca bir kitaplık…Tıklım tıklım dolu…Dergiler, gazeteler de özenle üst üste biriktirilmiş. Duvarda tanıdık bir resim: Saçları usturayla kazınmış Köy gençleri, askerliklerini çavuş olarak bitirdikten sonra eğitmen kursundalar. Pazarören Köy Enstitüsü, bu kurstan sonra açıldı. Çayırların üstünde bir yerküre. Bağdaşkurmuş gençlerin kucaklarında defter. Ayakta dikilen öğretmen, onları yetiştiren kişi: Babam Şükrü Güney…
Resme dikkatle baktığımı görünce coşkuyla anlatıyor Rıza emmi.
“ Bizi Pazarviran Eğitmen Gursunda o yitişdirdi. Zamantı Çayı gıyısında çimenlerin üstüne otururduk, o ders virirdi. Aynı yaşlardayız. O filinta gibi bi delikanlı. Biz çökkünüz…Eğitmen olduk sonra. Beni burada teftiş ederdi. Adı teftiş. Biağbi, can insan, her sıkıntımızı halleden, adliyeye işimiz düşse arzıhal yazan, avukat bulan…Köşele, köşele şöyle ! İraatına bak !”
Hemen duyulmuş olmalı ki haber, komşulardan gelenler oldu.
Babamı anımsadılar.
“ Süvari derlerdi ona. Cins atına imrenirdik. Doru,gır…İyi sahtiyan eyer kullanırdı. Goreli Başmuallim Şükrü Bey…Namı vardı.”
Bir köylü de gözleri ışıldayarak anlattı.
“ Komşu köyde Enver eğitmen var. Arapsun gaymakamı ağır sözler söylemiş, küfretmiş. Bunu haber alınca dalmış hökümetgonağına baban. Bağırmış gaymakama ,’ sen benim eğitmenime nasıl hakaret edersin’ diye. Sonra Niğde valisine haber vermişler, o gaymakamı başka gazaya virdilerdi.”
“ Yaaa, işdeböyle…Ayağındacizme, elinde kırbaç…Köyden köye gezerdi. Eğitmenlere kitap, ilaç dağıtırdı. Alaman-Urus savaşı zamanı. Bit,piregırar geçirirdi ortalığı. Arapsun’da eczane ne arar,yok. Şükrü bey taa Niğde’den ilaç getirirmiş, anlatırlardı.”
Onüç, ondört yaşlarında saçları ışılak, güzel bir kız çocuğu, gözleri parlayarak hemen tahta kona üzerine kalaylı bakır siniyi yerleştirdi. Taze yufkaları koydu önümüze. Çorba, kuru fasulye, biber turşusu,yoğurt…
Güzel bir yemek yedik hep birlikte…
Bıraksalar uyuyacağım. Yolcu yolunda gerek. Sağolsunlar, beni uğurladılar.
Babama selam söylememi sıkı sıkı tembihlediler. Akşama Göre’de olabilirdim.
Ayrıldım köyden , düştüm yine Kızılırmak koyağına…
Avanos daha yakın, oraya yürüdüm…
“ Ne lan bu, on liraya kitap mı olur?”
“ Emmi sen bizi gandırıyon. Bu kitap sahaflarda iki lira ancak.”
“ Köylü aklınla bizim sırtımızdan para kazanacaksın ha !”
“ Yav arkadaşlar, dikkat edin. Bu amca polis de olabilir.”
“ Bunlar değerli kitaplar. Piyasada yok. Alsak iyi olur lan !..”
Talas’ta, Erciyes Üniversitesi’nin önünde durakta bekliyorum. Yıl 2004 Eylülü.
Öğrenciler, öğretim elemanları, hastalar, muayeneye gelenler. Arı kovanı gibi, bezirhane kapısı gibi işliyor Tıp Fakültesi…
Konuşmalara kulak verdim.
Öğrenciler sürekli şikayet ediyor, sızlanıyor, pazarlık etmek istiyorlar.
Hiç sesini çıkarmıyor yıprak giyitler içindeki, föter şapkalı emmi.
Sessiz, gururlu izliyor, gözleri kısık…Aldırmaz görünüyor…
Kaldırım kıyısına, göğce çimenler üstüne serilmiş kitaplar taa 1940’lardan,50’lerden kalma, günümüzde artık bulun(a)mayan kitaplar…
Kitapların başında duran yaşlı adamla bir anda, gözgöze geldik.
Bana kuşkulu kuşkulu baktı.
Ben nerden tanıyorum bu yüzü ? Belleğimi yokluyorum.
Film birden, geriye sardı. Taa 1967 Eylülüne gittim. Kızılırmak boylarına.
Evet o…Eğitmen Rıza Bey…Köylülerin dediğince Irıza Emmi…
Birden gözlerime yaş doldu, anlamıştım.
Demek, kitaplarını satıyordu. Böylece para kazanacaktı.
Utandırmak istemedim o anda...
Saygısızca konuşan bir öğrenciye yaklaştım, yavaşça söyledim.
“ Lütfen dikkatli konuş. Bu kişi bir eğitmen.”
“ Eğitmenmiş, bana ne yav? Ben menfaatimi düşünürüm. Yüksek fiyat istiyor.”
“ Eğitmen nedir, biliyor musun? “
“Bilsem ne olacak? Eğitmenin devri geçmiş. Öğretmenin devri de geçmek üzere .”
“ Belki senin babanı da bir eğitmen yetiştirmiştir.”
Yanıt vermedi, sırıttı. Öbekteki bir genç yürümeğe başlamıştı; bağırdı.
“ Hadi arkadaşlaaar, alacaksanız alın, derse geç kalıyoruz !..”
Hiç kitap almadan ayrıldılar oradan…Kaba saba el kol şakalarıyla yürüyüp gittiler…
Bunlar geleceğin öğretmenleriydi. Anladığım kadarıyla tarih, edebiyat, sosyoloji…
Eğitmen Rıza Bey, bana dikkatli dikkatli bakıyordu.
“ Yiğenim, ben seni biyirdentanıyom amma, nirden? Çıharamadım, gocadık gayri…”
Gülümsedim. Kolunu tuttum.
“ Sizin evde yemek yemiştik. İkramınızı hiç unutmadım. Ben, Göreli…”
Der demez, daha sözümü bitirmeden bir hamleyle kucakladı beni.
Aynı 1967’deki gibi.
Sırtımı tapışladı.
“ Şükrü Bey öğretmenimin vefat ettiğini öğrendim,” dedi.
Kitaplara baktı.” Anlıyorsun, değil mi ? Emekliliğimiz olmadı. Eksik hizmat itmişiz de…” Gülümsemeğe çalıştı. Gözlerindeki yaşı göstermek istemedi. Erciyes’e doğru baktı. Ağarmış sakalının telleri titriyordu. Föteriniçıkardı, mendille başının terini sildi.
“ Sergide toplam 10 kitap var. Toplayalım, gidiyoruz,” dedim.
“ Nireyeyiğenim ?”
“Kayseri’ye dönelim. Bir kebabçıya oturup yemek yiyelim.”
“Valla bu kitapları satmazsam, gelin akşam, beni eve dıkmaz.”
“ Ben alıyorum hepsini. Güzel kitaplar. Piyasada olmadığı gibi, sahaflarda da bulunmaz bunlar.”
Kitapları topladım. Üniversite’nin PTT Şubesine gidip, Diyarbakır adresime gönderdim. İki gün sonra orada olacaktım nasıl olsa. Ona göstermeden kaç lira olduğunu, ederinin üzerinde bir parayı cebine koydum.
Eğitmen Rıza emmi ile eski günleri anarak bir İskender Kebabı yedik…
Kebap güzeldi ama, anılar buruktu.
Bir eğitmenin kitaplığını satmak zorunda kalması daha da buruktu…
2008 Ağustosu.
Arabamla Gülşehir, Avanos köylerini geziyorum.
Eski günleri düşünerek…20 yaşımdayken bitirme tezi çalışması için geldiğim köyü buldum.
Yamaçta Eğitmen Rıza Bey’in evine baktım. Hayat duvarı yıkılmış. Ev de çökmüş.
Bir oğlu olduğunu biliyordum. Kayseri’de yaşıyordu.
Acaba, o parlak saçlı güzel kızcağız ne oldu? O da mı Kayseri’de ?,
Belki Mersin’e gelin gitmiştir, belki İzmir’e…Belki de Avrupa gurbetindedir…
Köyün aşağısında mezarlık…Yakınında bir sığırtmaç çocuk hayvanları güdüyor.
Arabayı durdurup sordum.
“ Dört yıl önce karşılaştım Kayseri’de. Eğitmen Rıza Emmi’yi tanıyor musun”
Çocuk, elindeki mesesi kaldırdı, bir mezarı işaret etti.
Gösterdiği yere doğru, çocukla birlikte yürüdüm.
Mermer mezar taşını okudum:
“ Eğitmen Rıza Harmancı. 1918-2006.
Yetiştirdiği öğrencilerden
2 subay, 4 öğretmen, 3 sağlık memuru , 4 hemşire çıktı.
Ruhu şadolsun.”
Fotoğrafını çekerken mermer mezar taşının, gözyaşlarımı tutamadım. Bir fatiha okudum.
Demek, Kayseri’de karşılaştıktan 2 yıl sonra göçmüş. Getirip burada toprağa vermişler.
Ağladığımı çoban çocuğa göstermemek için Kızılırmak kıyılarına doğru çevirdim yüzümü…
Gökbitimi sonsuz Avanos-Gülşehir arası kırlar, parlak güneş altında sereserpe yatıyordu.
Karşı yakada Topuz Dağı, Tekke Dağı, Akdağ, Aktepe, Zelve,Çavuşin,Göreme,Uçhisar sisler puslar içinde…