ERCİYES DAĞININ TEKİR YAYLASI…

ERCİYES DAĞININ TEKİR YAYLASI…

Diyarbakır sıcaktan yanıp kavruluyordu.

Ağustos ayında cümle canlılar soluk alıp vermede sıkıntı çekiyorlardı.

Kuşlar pat diye düşüp ölüyordu.

Asfalt erimişti; yürürken, yanan ayağından pabuçlarını çekip alıyordu.

Ağustos başında Kayseri’ye ulaştık.

Uzunyayla serindi; otları yeşil.

Kayseri de sıcak. Fakat Diyarbakır kadar  değil elbet.

Oğullarım otomobil satış yerlerini incelemeğe çıktılar.

Eşim, ablasıyla özlem gideriyor.

Birbirlerine anlatacak çok şeyleri var.

Ben özgürüm, rahatım artık. Canım nereye isterse oraya gidebilirim.

Ertesi gün, sabah erken…

Hisarcık…Erciyes’in eteğinde sevdiğim bir kasabadır.

Kararım karar. Azimetim oraya.

Bindim bir Belediye otobüsüne, indim kasabada.

Gelişigüzel yürüdüm,  meydandan  çevredeki sokaklara doğru.

Kasabadan çıkıp yukarılara doğru yöneldim.

Zaman zaman durup aşağılara, Kayseri’ye doğru bakıyorum.

Fotograflar çektim. Erciyes’in başı dumanlı, doruğunda karlar apak yalbırdıyor.

Bulutlar savruluyor bir o yana, bir bu yana.

Kısa bir süre doruk görünüyor, sonra yine gizleniyor alaca dumanlarla.

Yamaçlarda davar sürüleri, çobanlar değneklerine dayanmış bakıyorlar.Kaval sesi yok.

Aşık Ali Çatak’ın şiirini mırıldanarak yürüdüm.

Yaz bahar ayları Türkmenler göçer

Mayısta kuzuyu anadan seçer

Şifalı suyundan kaç dertli içer

Dertli deva bulur sende Erciyes.

 

Kayseri, Develi güzel düzünde

Tül duvak misali karlar yüzünde

Bir gelin gibisin aşık gözünde

Güzelsin dedikçe hem de Erciyes.

Yokuşu tırmandım,  Tekir yaylasına doğru çıktım yavaş yavaş.

Diyarbakır sıcağından sonra güneş, artık,  bana hiç yakıcı gelmiyor.

Taa aşağılarda sisler, puslar içinde Kayseri’ye bakıyorum.

Alabildiğine yayılmış koca bir kent…

Orta Anadolu’nun giderek büyüyen sanayi beldesi.

 Küçük baraj gölü kıyılarında renk renk çadırlar kurulmuş.

Selam veriyorum. İlla çay ikram edecek bana. Çağrıya uyuyorum.

Yarenlik ediyoruz. Almanya’dan gelmiş bir gurbetçi aile.

Güzel minibüsleri yanlarında.

İbrahim usta ile hanımı Gülizar bacı…Mutlular.

“ Fabrika bacalarının kirlettiği o Alman şehrinden sonra buralar cennet valla!”

Hanımı söze karışıyor:

“ Birçok tanıdık Mersin’den,Antalya’dan ev aldı. Halbuki asıl tatil geçirilecek yer bura. Biz Yozgat Boğazlıyan’danız. Her yıl, memlekete gelince bu dağa çıkar,çadır kurarız”.

Çayın yanında  pasta, börek ikram ediyor. Yarenlik tatlı.

O sırada, sırt çantasının ağırlığı altında eğilmiş bir turist geçiyor.

Leylek gibi uzun bacaklı bir genç. Sarışın, sağlıklı…

Bu kez, gurbetçi İbrahim usta, onu çağırıyor. Onun diliyle konuşuyor.

Ben izin isteyip ayrılıyorum.

Bu yol Develi’ye doğru gider. İniş aşağı…

Yamaçlarda, taa yukarıda Müşker Oyuğu var.

Eskiden buzulları daha aşağılara sarkardı; küçülmüş.

Dünya genelinde sıcaklıklar artınca Erciyes de bundan nasibini almış.

Yürüyorum.

Yolun biraz üstünde,yamaçta  çadırının önünde yaşlıca bir amca oturmuş, çevreyi gözlüyor.

Kovanlarına bakıyor. Dalgın, düşünceli…

“ Buyur, gel, konuşalım!” diyor. Belli ki, bir söyleşiye, bir sohbete özlem duyuyor.

Konuşacak  adam arıyor. Fotoğraf makinası çantam ağır. Yere bırakıyorum.

Selam veriyorum. Bir kaya parçasının üzerine bir kilim parçası koyuyor hanımı, oturuyorum.

Tanışıyoruz. Tahsin amca ile hanımı Fadime teyze…Muğla’dan gelmişler.

Göçer-konar arıcılık yapıyorlar. Hallerinden memnunlar.

“ Oğlanlar meslek sahibi oldu. Kızları gelin ettik. Gocalıkta netcen! Gayfeye gidip ölümü bekleycen! İyisi mi, biz arıcılığa başlayalım dedik. Gışın Fethiye, yazın Erciyes…

Suların ıslattığı kayaların üzerine arılar konup kalkıyor.

Kanatları ıslanmış bir arıyı yavaşça tutuyor, üflüyor, kurutuyor.

Sevgiyle bakıyor küçücük hayvancağıza. Arı biraz sonra uçup gidiyor.

Hanımına sesleniyor Tahsin amca:

Muallim beye  bal ikram edelim.”

Teyze çıkışıyor kocasına:

“ Sanki sen söylemesen, ben hazırlamayacağım!”

Çadırın içini görüyorum, bir kavanozdan tabağa bir gömeç bal koyuyor teyze. Altın yaldızlı. Sonra bir bardak suyla getiriyor. Elime tutuşturuyor tabağı.  Önce suyu içiyorum. Buzca soğuk ,su kar kokuyor. Erciyes’e yağan kar, birkaç ay sonra,  işte böyle, arıcıların çadırlarının önünden akan çaya dönüşüyor, çayır çimeni yeşertiyor, insanın, davarın, börtü böceğin, arının içeceği  su oluyor.

 Tahsin amca konuşkan.

“ Hocam, arıyı, karıyı, darıyı gezdirmek şart…Havalandırmazsan olmaz bu üç şeyi,” diyor.

Gülüşüyoruz. Balın tadına bakıyorum bu arada. Kaşıkkıran balı dedikleri bu olsa gerek.Sert. Dükkanlardan aldığımız bal mı, yoksa yapay bir şey mi acaba!

Sözünü açıklıyor amca:

“ Arı gezmek ister. Ot, çiçek tükendi mi, saldırganlaşır. O yüzden hep yeşili bol yerleri ararız biz. Karı da gezmek ister. Hem canı sıkılmaz; hem de kendi güzelliğini, giyim kuşağını diger hatunlara göstermek ister. Gezdirmezsen bunalır; hep huysuzluk eder. Darı dersen o da havalandırılmalı. Neden dersen, bozulur, güvelenir.”

Erciyes eteklerindeyiz.

Bal yerken, yarenliğin tadına doyum olmuyor.

Hisarcık’a iniyorum. Niyetim yürüye yürüye Kayseri’ye ulaşmak. Yorucu, ama, değer. Belki ilginç görüntüler yakalar, resimlerini çekerim.

İkindin sonrası…

Ağustos da olsa, Erciyes’in etekleri gölgelendi mor mor, serin.

Dağa  bir kez daha bakıyorum. Doruğu açıkta; dumanlar sıyrılıp gitmiş.

Dr Ceyhun Atuf Kansu’yu anıyorum.

Bozkırdaki zerdali ağacının, eğitmenin,

Bağımsızlık Savaşımızın güzel  ozanı, insancıl tabib…

Dudaklarımda onun şiiri…

Bir yurtta bir dağ varsa, Erciyes gibi bir dağ , yeter.

Umutları, kavgaları, ozanları beslemeye yeter !

Yitirdinse çocukluğunu dağ başına bak, yeter,

Döner gelir en güzel masalları kış günlerinin.

 

………………