GÖNÜL ERCİYES’TEN KAR UMAR
1958 Eylülü.
Talas Amerikan Kolejinde ( Kayseri ) 14 Haziranda
girdiğim sınavı kazanamadığımı bildiren yazı gelmiş.
Ben üzüntülüyüm.
Abam beni avutmak istiyor.
“ Acınma oğlum, ben zaten gitmeni istemiyordum.
Abin gibi Nevşehir’de okursun,” diyor.
Sınavı nasıl kazanabilirdim ki?
Bay Ahmet Yiğitaslan bize ne ders verdi,ne sınav yaptı.
Ne Türkçe,ne Tarih ne Matematik…
1957-58 “kayıp yıl” oldu biz 47’liler için.
Test nedir , bilmiyoruz . Öğrenemedik. Hiç uygulama yapmadık.
Sınavda karşıma 4 seçmeli test soruları çıkınca şaşırdım.
Demek,işaretlediklerim de doğru değilmiş.
Nevşehir Halk Bankası Müdürünün oğluyla birlikte gitmiştik Talas’a.
Onun kazandığını duydum.
Elbet, hazırlıklıydı o.
Test nedir, biliyordu.
Abamla Çevlik bağına gittik.
Karşıdağ’da yükseldikçe gözerimi ( ufuk ), gökbitimi genişliyor;
ikide bir durup durup,geriye dönüp seyrediyorum.
İşte, 5 yıl okuduğum okul kutu gibi görünüyor; oyuncak,maket gibi.
Köyün tek al kiremitli yapısı…
Büyük pencereleriyle dikkat çekiyor.
1934’te Atatürk’ün buyruğuyla yapılmış,çağına göre büyük bir yapı.
Nevşehir , kalesiyle, yamaçtaki evleriyle büyükçe bir kasaba.
İl ortacı ( merkez ) olsa da daha kent sayılmaz.
Derli toplu, dağılmamış o yıllarda.
Taa aşağılarda Nar,Sulusaray…
Çat yanları…
Kızılırmak kıyıları…
Ötede,adlarını bize hiç kimsenin öğretmediği Hırka Dağı, İğdiş Dağı…
Avanos bile görünüyor.
Havada sis,pus, toz yok. Temiz.
Sabah serinliğinde düştük yola. Yürüyoruz.
Elimde bir bohça, küçük bir testi (eldesdi)…
Üzümler olgunlaşmış.
Yürürken sağda solda çalışanlar var.
Sepetlere,küfelere üzüm dolduranlar.
Kurutmak için serenler.
Daha önce serilenleri çevirenler.
“Golay gelsiiin ! , Bereketli olsuuun!”
Yanıt geliyor:
“ Böyle dimeyinen olmaz. Buyurun gelin dadına bahın !”
Taa uzaktan bağımızın üzümleri seçiliyor.
Bağımıza varıyoruz. Buraya “Çevlik” deriz
Dirmit, İmir, Gareser garası, Parmak, Horuzdaşşağı, Gızıl, Buludu…
En güzeli ağartılı yapraklarıyla Çavuş üzümünün omcası.
Hüseyin Dedem nerden bulup getirdiyse,dikmiş.
İyi de yetişmişler.
Toprağını sevmişler.
Geç olgunlaşır. Fakat, iri iri, tadına doyum olmaz.
Kokulu,rayihalı.
Çubuktan çubuğa gezerek salkımlara bakıyoruz.
Vaktimiz var; ivmiyoruz.
Tadına bakıyoruz değişik salkımların.
Öğle vakti. Uzanmışım hışırlı toprağın üzerine.
Karşıda Tekke,Bilezik,Aşıklı Dağ, taa ötelerde
Eneği’nin Göztepesi, Zile,Kızılcin,
Boğaz yanlarındaki yıprak tepeler…
Ballıkaya da görünüyor.
Aşağıda Oylu deresi iki yanını gökçe gövertiye boğarak uzanıyor.
Göğertiler bitiyor, sapsarı ekinlikler; salt anız kalmış oralarda.
Eğilip bakıyorum.
Sanki uçakta gibiyim.
Seyrederken seyrederken uyumuşum.
İçim ezik.
Üzüm yiye yiye midemde ezilme oluşmuş.
Burnuma bir yanık kokusu geldi.
Tatlı bir keven kokusu bu.
Kuru kevenin yanarken yaydığı…
Baktım, abam ateş yakmış,üstüne tavayı koymuş,
tereyağ çıkarmış,yumurta kırmış,pişiriyor keven ateşinin üstünde.
Demek, taşıdığımız bohçada bunlar vardı.
Taze çörek…Nasıl taşıdı yumurtaları kırmadan?
Küçük çömlekte (üzlükte)…
O zaman daha plastik bidonlar da yok.
Demek, her çağın kendine göre önlemleri alınıyormuş;
gereksinimler karşılanıyormuş.
Tereyağlı yumurtayı yiyoruz.Tadına doyum olmuyor. Doyuyoruz.
Bir de şöyle, kana kana içeceğimiz suyumuz kalsaydı.
Üzüm kesiyoruz. Buna kuru kesmek denir bizde.
Sepet sepet taşıyorum.
Güneye bakan, düzeltilmiş sergi yerine yatırıyoruz.
Kuruyacak orada salkımlar.
İnşallah, üzümler kururken bir güz yağmuru inmez.
Yağış olursa, toz toprak, çamur olur danelere yapışır.
Kuru üzümün niteliği düşer.
İkindin sonrası…
Suyumuz bitmiş.
“Gonşularda vardır, isde bir içimlik” diyor abam.
“Onlarınki de tükenmiştir. Sıkıntı vermeyelim,” diyorum.
Yine üzüm yiyerek susuzluğumu gidermek istiyorum.
Şimdi, Başçeşme’nin suyu olsa bir testi içerim.
Öylesine susamışım.
Dayanılır gibi değil.
Doğuya doğru bakıyorum.
Topuz,Tekke Dağı’nın ardından Erciyes’in doruğu görünüyor.
Buzulları, karları ışıldıyor apak.
Şimdi orada olsam.
Ağzımı yaka yaka , kar yesem avuç avuç.
Abam anladı. Gülümsedi.
“Gönül, Erciyes’ten kar umar oolum !” dedi.