“ Baktım bir teyare. Gartal gibi uçuyor. Amma dümdüz gitmiyor. Hızlı da değil.
Başımın üsdünde fır fır dolandı. Sonra şosaya inivirdi. Gorkdum ne yalan söyleyim.
Eşşeğin üsdünde dondum galdım. Teyareden bi adam indi. Gencce. Gozlukleri vardı. Gülerek bana el salladı. Meraba didi. Ben lal oldum. Gonuşamadım. Aklıma geldi. Tekke bağının üzümü varıdı sepette. İşaret ittim. Sepedi olduğu gibi virmek isdedim. Baktı, güldü. Bi salkım aldı. Sağol delaannı , didi. Sona gine bindi teyaresine, ben duramadım orda. O hala ordaydı. Belkim, aleti bozulmuş, bilmem gayri.”
Özburun Ahmet, anlatırken sanki masal dinliyor gibiydik.
Olay ne zaman geçmişti?
30 yıl önce mi, 60 yıl önce mi?
Hayır, yarım saat önce.
Niğde şosesine inen bir uçak.
İnanılmaz bir olay bu.
Yalnızca gökte uçarken gördüğümüz uçaklardan biri.
Demek, yere konmuş.
Şoförü ( ! ) Ahmet’e gülümsemiş, sepetten bir salkım üzüm almış.
İmrenerek baktık Ahmet’e. Ne şanslı çocuktu.
“ Aamet, tekeri de var mıydı? “
“ Vardı ya. İki önde bi de arkada üç tekeri vardı.”
“ Şoförden başka kimse var mıydı?”
“Yoğudu. Yalınız şoför.”
“Pervanesi nasıl dönüyordu, anlatsaane.”
Ahmet motor sesini taklit etti, ellerini hızla çevirerek pervaneyi gösterdi bize.
İmrenik imrenik dinleyen İsmail söze girdi.
“ Hadi, biz de gidip bakalım !”
“ Durur mu, şimdiye, galkıp uçup gitmişdir.”
“ Gitseydi sesini duyardık.
Heralda orda duruyordur hala.”
Dayanılmaz bir istekle Yuvanlı’ya doğru koşmağa başladık.
Eylül ortalarında, hala süren o sıcak havada,
kan ter içinde kalarak.
İçimizden dua ediyorduk.
“Allah vere de, biz varmadan uçup gitmese.”
İvrişi’yi geçtik.
Söğütlerin serinliği, sular bitti.
Tömeyi kestirmeden aştık.
Yolu kısaltmaktı ereğimiz.
Tam Yuvanlı Boğazı’nın göründüğü yere çıkmıştık ki,
bir motor sesi duyduk.
Kartal gibi üstümüze doğru uçtu, gittikçe yükselerek.
Sonra, döndü bir yay çizdi,
Tekke üstünden Ürgüp’e, Kayseri’ye doğru gitti.
Nerdeyse ağlayacaktık.
Onca da yorulmuştuk.
Yanına varıp, tekerine dokunsaydık.
Şoförüyle konuşabilseydik.
O yorgunlukla çöktük Töme’nin hışırının üstüne.
Göğsümüz körük gibi inip kalkıyordu.
Uzandık yere, yan yana.
Herkes ağlamaklıydı ya,
kimse birbirinin yüzüne,
gözüne bakamıyordu.
Tekdüze geçen çocukluk günlerimizde bir değişiklik oldu bu uçak.
Yakından göremesek de, günlerce sözünü ettik.
Sanki görmüş gibi; sanki şoförüyle yarenlik etmiş gibi.
Birbirimize anlatıp durduk.
Ahmet Özburun, her anlattığında değiştirerek gördüklerini, övünüyordu.
O ne talihli arkadaştı.
Biz onun gibi talihli değildik.