Yaz günü…Şurup gibi, limonatamsı bir Ürgüp akşamı…Düğün var. Kasabanın esmer yurttaşları güzel bir düzende müzik “icra” ediyorlar. Davul, zurna oyun havalarıyla coşturuyor gençleri. Bağdan bahçeden gelmiş yanık yüzlü kadınlar, erkekler seyrediyorlar oynayanları…Öğretmen Celal Üresin Almanya’dan gelmiş. Kızı Öğretmen Lisesi mezunu Tülin, Tarım mühendisi Hakan ile evleniyor. Mahallede bu bir vesile, insanlar bir araya geliyor, konuşuyor, yarenlik ediyor. Biz de öğretmenlerle kümeleşmişiz. Bir ara, izlendiğimi anladım. Arkaya baktım, yanılmamışım. Ben yaşta birisi bana bakıyor gülümseyerek. O sırada Celal arkadaş yanımıza geliyor. “Tanıştırayım,” diyor “ Halil Sarıkuzu, Almanya’da komşu kentlerde öğretmen idik.” Bir an, tutamıyorum özümü; irkiliyorum. El sıkışıyoruz. “Demek Sarıkuzu, ha!” diyorum…Sarıkuzu…
1961-62 ders yılı. Nevşehir Lisesi 1. sınıf öğrencisiyim. Fizik dersimize Hasan Bey giriyor. Aynı zamanda müdür yardımcısı. Düzenli ders işlediği yok. “İdari vazifem var,” deyip, derslikten ayrılıyor. Fizik dersinde de yaptığı bir şey yok. Dersliğe girer girmez ‘’terör’’ estirmeğe başlıyor. Sürekli, köyden gelen öğrencileri aşağılıyor. “Sen ağa, ben ağa, İnekleri kim sağa” diyor. Güya espri yapıyor. Nevşehirli arkadaşlar gülüyor. Fakat o pek ciddi. Kızılcin köyünden ( şimdi adı Özyayla ) gelmiş Alaaddin’i kaldırıyor ayağa. Sorduğu soruyu onun bilip bilmemesi önemli değil. “Liseyi bitirsen ne olacak ki? Sanki, üniversiteye mi gireceksin? Nerde o yoğurdun bolluğu! Git köyüne, çiftini sür!,” diyor. Sanki Alaaddin’in babasının bire 10, 20,50 veren toprağı , çiftliği var…Sanki Erdaş Dağı eteklerindeki Kızılcin’de Çukurova’nın sıcak iklimi,bittek toprağı var…
Sürekli kızgın Hasan Bey. Yüzü karamsı, kızılımsı kahverengi. Saçları özenle arkaya taranmış, etli yüzüyle sağlıklı görünümlü bir adam. Yaşı 30-35 olmalı. Biz onu hep kahverengi giysili anımsıyoruz. Tek bir öğrenciyle senli benli değil. Bütün lisede tek bir kişiyle ilgileniyor: Kayınbiraderi Erdal Birlik. O da öğrenci, bizler gibi. Duyuyoruz, Erdal, illaki İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girecek. Tüm çabası o ereğe ulaşmak için. Geri kalan yüzlerce öğrenci!...Bu da laf mı yani ?…Ne önemi var ki onların! Varmış, yokmuş…
Sıralama çizelgesine göre nöbetçiyim. Öğrencinin nöbetçiliği nedir ki? Öğleyin, çantamda getirdiğim bir parça Göre çöreğini Karper üçgen peynirle yemişim. Kesekağıdındaki üzümle ağzımı tadlandırmışım. Bir bölümünü de arkadaşlara dağıtmışım. Hava soğuk olmalı. Öğlen sonrası dersleri başlamadan önce derslikte vakit geçiriyoruz. Arkadaşların tümü yok daha. İkili, üçlü sıralara oturmuşlar, yarenlik ediyorlar. Doğan ile Tuncer yıkışıyor pehlivanlar gibi. Bir kız arkadaş tek başına oturmuş, dalgın ve düşünceli. Ben, tahtada bir kız portresi çiziyorum. Arkadaşların ilgisi tahtaya yöneliyor. Kabarık saçlı, Hayat-Ses dergilerinden, Akbaba’daki Necmi Rıza Ayça’nın güzel çizimlerinden etkilenerek yaptığım bir resim. Gözleri, dudakları, önlüğü, yakası…
“Emrullah, kimi çizdin?” diye soruyorlar.
Gizemli kalsın. Yanıt vermiyorum.
Kız arkadaş anlamlı anlamlı gülümsüyor.
“ Ben benzettim, ama söylemem.” diyor.
Arkadaşlar ısrar ediyorlar.
“ Hadi söyle, kim bu Emrullah’ın çizdiği kız?” diye soruyorlar.
“ Komşu sınıfta…O kadar. Fazla bilgi istemeyin, söylemem.”
Nerden çıktı, nasıl ayırdına varamadık, biz böyle tatlı tatlı çizerken, söyleşirken birden dersliğe Hasan Bey girdi. Ortalığa seslendi.
“ Kim bu sınıfta nöbetçi?”
Süklüm püklüm, bir suçlu gibi ezik, yanıt verdim.
“Benim, hocam.”
Üzerime geldi, çat, pat…Yüzüme bir sağ, bir sol tokat…Güpegündüz , şimşekler çaktı gözlerimin önünde. Yüzüm apal oldu; gözlerimin kanlandığını anladım.
“ Demek, hem nöbetçisin, hem boş yere tebeşir harcarsın,” dedi.
Seslenişinde öfke, tiksinti, aşağılama…
Savunmama vakit bırakmadan kendimi, derslikten çıktı gitti çalımlı çalımlı.
Bir tebeşir nedir ki ! Ben “yeteneğimi” gösteriyorum arkadaşlara. Bu da bir ders.
Fakat, adam tebeşirin harcanması bahanesiyle öğrenci döğecek, tatmin olacak, doyuma erecek, sadist…
O gün, tüm neşem, öğrenme isteğim kaçtı. “Nöbetçilik” neyime ! Bıraktım nöbet tutmayı (!).
Bu adam öğrenci psikolojisini bilmiyor mu? Eğitim Enstitüsü’nde hiç kitap okumamış mı? İbrahim Alaaddin Gövsa’nın, Cezmi Tahir Berktin’in, Halis Özgü’nün, Melahat Özgü’nün, Mithat Enç’in, Özcan Köknel’in, Orhan Çaplı’nın ruhbilim kitaplarını…Demek ki yazıldığı gibi kalmış onlar.Sadece fizik öğretmek için ayarlanmış robot. Psikoloji de neymiş !
Arkadaşlarının gözü önünde, hele de bir kız öğrenci varken, çocukluktan gençliğe geçiş evresinde böyle zulmedilir mi?
Sonradan düşündükçe yanıtını buldum bu davranışın.
Hasan Bey, böyle zulmederek tatmin oluyor.
Zulmün artsın eeey hoca !
Lise 1 fizik dersi…Işık, mercek, tulumbalar…Sevimli konular değil. Fakat, bir öğretmen dersini sevdirmeği bilmeli. Tam tersi oldu; Hasan Bey, bu dersten nefret etmemizi sağladı.
Derslikteyiz. Deney yapacak.
Sordu: “Kimde ip var? “ Kimsede çıkmadı.
“Demek, hepiniz ipsizsiniz,”
Yaptığı tek nükte, tek espri bu oldu o ders yılı boyunca. Herkes gülünce de doyuma ulaştı.
Yaptığı deneye de maşallah. Güç nasıl etkiler maddeyi? Kapıyı menteşe yönünden itersek zor hareket eder. Kapıyı kol yanından itersek kolay hareket eder. Deneye bak,ibret al!.
Okula Bakanlık denetmeni gelmiş.
Hasan Bey telaşta. Yüzü daha da kızıllaşmış. Alev almış gibi. Ateş basmış. Hakaretleri her zamankinden ziyade. Demek ki, hazırlıksız yakalandı. Sanki, her dersi laboratuvarda işlermiş gibi bizi aşağıya indirdi. Soğuuuk,loş…Sonra, denetmen gerek görmemiş de dersini izlemeyi, kurtuldu…Rahat bir nefes aldı.
İnsan, sevmediği derse çalışır mı?
Biz de Fizik dersinden bütünlemeye kaldık.
- yaz dinlencesi tam bir kabus…Ne Yuvanlı’da patates sulamasında tad var, ne yediğimiz çağlada…Üzümlere alaca düşmesini nasıl sevinçle karşılardık. Ne olduğunu anlayamadık o yaz ,bağlardaki değişimi izleyemedik . Açıksaray yanlarında, Kızılırmak kıyısında bir ekenek kiralamıştı bizimkiler. Karpuz ekmiştik. Çapalamağa gittik iki kez. Kızılırmak’ın azalmış kızıl sularında yüzdük. Ama, tadı yok. Çamurlu sulara baktıkça aklıma Hasan Bey geliyor, gözümün önünde onun öfkeli bakışlı etli yüzü: “Sen keyfet bakalım Göreliiii! Ben de Ağustos 20’de keyfedeceğim.” İyice acıkmışız, peribacalarının dibinde tereyağlı bulgur pilavı yapmış bizimkiler, yanında soğan, üstüne ayran. Yiyoruz, ama tadını alamıyorum ben.
Uzun olur gemilerin direği,
Yanık olur anaların yüreği.
Nevşehir’de Büyük Sinema’da haftada bir film seyretmek tek lüksümüz. O gün gelir, pazarı gezeriz. Hüseyin ile Damat İbrahim Paşa Kütüphanesine gider, bir hafta önce aldığımız kitapları verir, yenilerini alırız. Yüz gram sakız leblebisi, üstüne 32 dişe keman çaldıran soğuk bir gazoz…Budur işte keyif. Ötesini bilmiyoruz. Sinemadan ses yükseltici ile türküler veriliyor. Kaleye doğru ortalığı inletiyor ses. Filmi seyrediyoruz. 110 dakika. Bir hafta yetiyor bize. O filmi saatlerce anlatıyoruz artık. Hele de görmemiş olanlara.
Nevşehir’de Hüseyin’le yürüyoruz. Hiç olmayacak yerde karşımıza çıkıveriyor Hasan Bey. Yaz sıcağında yine tam takım giyinmiş: Kahve renkli giysi. Kravatı özenle bağlanmış. Biz selam vermeğe duralaşınca kaşlarının altından bakıyor: “Siz gezin bakalım. Sınava da az kaldı. Ben size gösteririm. Okumak sizin neyinize eyy Göreliler !…”
Anlarız aklından geçenleri…Yürür gideriz, kırgın…
Yine de çalışıyorum Fizik dersine. Sınava hazırlanmışım. Kaç kez aktarmışım. Dönüp dönüp okumuşum. Şekilleri çizmişim ezbere. Abam izliyor beni. Sıkıntımı anlıyor: Yemek getiriyor.
“Tam sevdiğin yimek.Hadi!”
“İştahım yok aba.”
“Niye oolum?”
“Hasan Bey diye bir hoca var. Pek zalım. Bu sınavda bakalım ne yapacağız.?”
“Oooolum, o gadar çalışdın. Allah emeklerini zayi itmez inşallah, hadi sufraya gel, otur,yimaani yi ‘.”
Ve bütünleme sınavı.
Kızılcin’den Alaaddin gelmiş. Kucaklaşıyoruz. İki aydır görmemişiz birbirimizi. Bozkırın güneşi, gecelerin ayazı karartmış arkadaşımı. Güzel yüzünde kavlamalar var.
Bizi güneş girmeyen serince bir odaya aldılar.
Bakıyorum, fizikle arası hiç iyi olmayan arkadaşlar bütünleme sınavında yoklar, geçmişler. Nevşehir’in yerlilerinin o kadar üstünlüğü olacak artık.
O güzel ağustos gününde ben sıkıntıdan, korkudan titriyorum. Eğer başaramazsam ağam bana çok kızacak. “Roman, hikaye okudun hep, fiziğe de çalışsaydın ya!” diyecek. Ondan çekiniyorum. “ Ooolum bu fizik dediğin nedir ki, niye kalıyorsun bu dersten?” diyecek.
Yanıt veremeyeceğim.
Hasan Bey geldi. Suratı asık yine. Ne bir “günaydın”,ne bir hal hatır sorma…
Yüksek psikoloji bilgisine sahip “hoca” dediğin böyle olur işte.
Soruları , ilk kez gördüğümüz bir genç öğretmen yazdırdı. Galiba yeni atanmış. Gözlerinin içi gülüyor. Yardımseverliğini göstermek istiyor. Fakat belli ki, Hasan Bey onu da korkutmuş, yıldırmış. Hasan Bey çekildi, gitti odasına. Yazdırdılar soruları.
İyi. Soruları biliyorum. Başladım yazmağa. Alaaddin de yan sırada oturuyor.
Sınavın ortalarına doğru geldi muhterem hoca. Başımda durdu. Parfümünün kokusu ,lüks sabunun kokusu yayılıyor. Sınav kağıdımı okudu. Elini cebine attığını anladım. Gözümün önünde, kağıdın üzerine , tombul bir el kırmızı kalemle çarpı (x) işareti çekti. Kağıdın ön yüzü çarpılandı.
Tiksinti…Tiksinç…Metalik bir ses…
“Yanlış cevap. Başka soruya geç.”
Diger öğrencilerin başına gitti.
Kalakaldım. Elim ayağım buz kesti. Sanki elim kolum çot oldu, kötürümleşti.
Alaaddin’e baktım. Üzüntüyle izliyordu. Kalktım ayağa.
Hoca’nın yüzüne bakmadan, sınav kağıdını masaya bırakıp çıktım.
Biraz sonra Alaaddin’le bahçede buluştuk. Tek söz etmeden kucaklaştık. Gözlerimizde yaş…O,Kızılcin’e gidecekti; ben Göre’ye.
Anlatacak ne vardı ki! Birbirimizi avutacak söz bulamadık.
Ne denli eleştirsek de, Bakanlık yönetmeliklerinde, genelgelerinde öğrenciyi koruyup kollayan maddeler vardı. Borçlu geçmek…Bize uygulandı . Ertesi yıl çalıştık, verdik sınavı ve yıl yitimi olmadı.
Bir haber, üveyik kuşunun kanadında geldi Nevşehir’e. Hüseyin’in şiirindeki gibi:
“Boz üveyik kanat vurdu toprağa.”
Bir müjdeli haber duymayacak mıyız? Lise yıllarımız hep bungun, sıkıntıyla mı geçecek!
“ Müjde eeey Nevşehirli talebe !” diye bağırdı Fazıl. “Hasan Beyden kurtuluyorsunuz !”
“Hayrola, nerden çıktı bu ?”
“ Güvenilir bir kaynaktan elde ettiğimiz bilgilere göre Hoca’nın tayini Aksaray Lisesi’ne çıkmış. Orada müdürlük yapacakmış.”
Bundan daha güzel muştu olamazdı.
Değil lisede müdürlük, Bakanlıkta genel müdürlük yapsın. Tek buradan gitsin de.
O gün tüm lise bayram etti. İyi halay çekenler vardı. El ele, omuz omuza tutundular…
Erdal Birlik dışında herkes.
Aradan bir ay geçti. Bir haber geldi Aksaray’dan.
Öğrenciler tutmuşlar, dayak atmışlar hocaya.
İnsan, yetişmesinde emeği geçen bir öğretmen, başka yerde bir aşağılamayla karşılaşırsa, sevinir mi?
Artık doğru mudur, yoksa öğrenci öyle istediği, umduğu için midir, öğrenemedik.
Fakat hemen yorumlar yapıldı: “Nevşehir’in öğrencisi kuzu kuzu…Hasan Hoca , heralda Aksaray’ın insanını da öyle sandı. Dikleşince de ayağı yidi.”
“ Dalıp gittin sayın öğretmenim…”
“Evet, bir anda taa 1961’e dek gittim.”
“ Anladım, amcamı düşündünüz.. Size verdiği zararı, yeğeni olduğum halde, fazlasıyla bana da verdi.”
Şurup gibi, limonata tadında, fındıklı bahçelerde gül ağaççıklarının gülce kokular yaydığı bir Ürgüp akşamıydı…Hem güzel, hem hüzünlü…