İnsanlığın tarihi karar anı

Yüce Allah, sonsuz ilmi ve kudreti ile yarattığı maddi evrene nasıl ki başta matematik ve fizik olmak üzere, diğer doğa yasalarını hâkim kılmışsa, insana ve sosyal hayata ilişkin de evrensel kurallar koymuştur.
 
Matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi doğa yasalarına bağlı olaylar, Yüce Allah’ın kendileri için koyduğu yasalara mutlak uygunluk/itaat içinde cereyan etmektedir. 
 
Yüce Allah, evrendeki doğa yasalarının yanı sıra, insanlık tarihi boyunca gönderdiği Peygamberlerine verdiği Kitaplar vasıtası ile de hem birey olarak insana, hem de toplumlara, dünya ve ahiret mutluluğunun yolunu ve yöntemini içeren evrensel yasaları bildirmiş ve öğretmiştir.
 
Tarih boyunca tüm Peygamberlerin getirdiği ilahi mesajın ortak özelliği Tevhit’tir. Eşi, benzeri, ortağı olmayan tek Allah’ın varlığına inanma temeline dayalı bu evrensel mesajlar/yasalar barışı, özgürlüğü, adaleti, yardımlaşmayı, dayanışmayı, doğaya saygıyı, düşünmeyi emreder. Haksız yere savaşı ve öldürmeyi, köleliği, sömürüyü, haksızlığı, zulmü ise yasaklar.
 
Yüce Allah, insanların bu ve buna benzer ilahi emir ve yasaklar karşısındaki olumlu ya da olumsuz tercihlerinden dolayı hesaba çekileceklerini; uyanların hem dünyada hem ahrette ödüllendirileceğini, uymayanların ise acı bir biçimde cezalandırılacağını bildirir.
 
Ancak Allah, doğa yasalarının aksine,  insanı bu yaslara uyup uymama konusunda özgür bırakmıştır. Çünkü hesabın, ödülün ya da cezanın adil olması, insanın özgür iradesiyle düşünüp karar vermesini, tercih yapmasını, uymasını ya da uymamasını gerektirir.
 
İnsan, doğadaki evrensel yasaları aklını kullanarak, düşünerek, gözlemleyerek, araştırarak, deney yaparak öğrenmekte, keşfetmekte ve aynı zamanda faydalanmaktadır. Özellikle Batı medeniyeti son iki yüzyılda bu alanda büyük gelişmeler, keşifler ve icatlar yapmıştır.
 
Ancak Batı, keşfettiği doğa yaslarından elde ettiği bilgi sayesinde ürettiği teknoloji, silah ve türlü maddi gücünü ülkeleri işgal etmek, sömürgeler kurmak, insanları köleleştirmek ve gerektiğinde kitleler halinde öldürmek için kullanmıştır.

Batı medeniyeti, insana ve sosyal hayata dair Allah’ın koyduğu evrensel yaslara sırtını dönmekle, duymazlıktan gelmekle büyük bir hataya düşmüş ve bedelini de çok ağır ödemiştir.
 
Özellikle 20. Yüzyılda on milyonlarca insanın ölümü ile sonuçlanan iki dünya savaşı ve ardından gelen soğuk savaş yılları, tüm insanlık ve özellikle Batı medeniyeti için çok kanlı ve acı bir tecrübe olmuştur.
 
16. yüzyıldan sonra duraklama dönemine giren ve son iki yüzyıldır da gerileme dönemi yaşayan Doğu ve İslam medeniyeti ise doğa yasalarını araştırmayı neredeyse tümden terk ettiği gibi, insana ve topluma dair ilahi kaynaklı sosyal yaslar konusunda da tamamen geriye gitmiş; hurafenin, cehaletin, despotluğun, haksızlığın, adaletsizliğin bataklığına yuvarlanmıştır. Uydurma bir takım sözde aracıların ve sözde kurtarıcıların sayesinde bu bataklıktan kurtulacağına inandırılmıştır. Tevhit temelli tek Allah inancını bulandırarak, aklı, bilimi, analitik düşünceyi, sorgulamayı terk ederek, sözde aracı ve kurtarıcılara körü körüne teslim olarak, kendisine en büyük kötülüğü yapmıştır.

Dünyanın geldiği nokta itibariyle, şu anda ne Batı medeniyetinin ne de Doğu-İslam medeniyetinin hâlihazırdaki mantalitesi ile yeniden ayağa kalkıp, dünyaya ve insanlığa bir umut olma misyonu üstlenmesine imkân ve ihtimal gözükmemektedir.
 
Kimileri samimi ama cahilce iyi niyetinden, kaostan beslenen kimileri ise ihanetinden dolayı, sürekli çatışan, düşman kutuplara ayrılan, birbirinin kanına ekmek doğrayan, ötekileştiren, kendisinden olmayana, kendisi gibi olmayana düşünme ve yaşama hakkı dahi tanımayan, savaş, kan ve gözyaşı dolu bir dünya inşa etmek için var güçleriyle çalışıyorlar(!).
 
Doğusu ile Batısı ile insanlık, varoluşunun anlamıyla ve evrensel gerçeklerle yüzleşmek yerine, Don Kişot gibi kurgusal korkularından inşa ettiği yel değirmenine saldırıyor. Zihninde ürettiği hayali düşmanına savurduğu her mızrağın kendi bedeninde açtığı yaraların acısıyla, her geçen gün gerçeklikten biraz daha uzaklaşıyor. Daha bir kin ve öfke ile doluyor ve donanıyor; daha güçlü öldürücü hamleler, tuzaklar planlıyor. Yazık ki, ne muhayyel rakibini yok edebiliyor, ne de hayal ettiği dünyayı inşa edebiliyor. Umulur ki bu gidiş kendi kendisini imha ile sonuçlanmasın.

Peki, bu karamsar tablodan bir çıkış yolu yok mu? Elbette var… Ama önce Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Budist, Ateist, Panteist, Agnostik, Siyah, Beyaz, Sarı, zengin, fakir her kim olursa olsun önce kendisi ile samimi bir iç hesaplaşma yapmalı ve şu soruyu sormalıdır:
“Ben, dini, dili, ırkı, rengi, inancı, düşüncesi, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun tüm insanlar için barış, özgürlük ve adalet istiyor muyum? Birisinin diğerini sömürmediği, aşağılamadığı, köleleştirmediği, ötekileştirmediği; akla, bilgiye, bilime dayalı, barışı, adaleti, özgürlüğü önceleyen evrensel gerçeklerin hâkim olduğu bir dünya kurulmasını ve böyle bir dünyada bir arada yaşamayı kabul ediyor muyum, istiyor muyum? Yoksa cehaletin, dogmaların, hurafenin, zorbalığın, sömürünün, savaşın, çatışmanın, köleliğin, despotluğun, dayatmanın hâkim olduğu; gücün sadece bende ve benim gibi inananlarda/düşünenlerde olduğu bir dünya mı istiyorum?”

Evet, dünyanın gelip dayandığı noktada, her birimizin bu sorulara samimiyetle vereceği cevaplar geleceğin dünyasının temel taşları olacaktır. Çünkü toplumların geleceğine ilişkin olarak, Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’deki evrensel yasası çok açık ve net: “Bir topluluk kendisini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (13/11; Ra’d Suresi, Ayet:11)

Selam ve muhabbetle…
Mehmet BİÇER
16.01.2015

[email protected]