Kabul Edin… Çaldınız…
2013 Mayısında Chicago’daydım.
Aynı yılın mart-nisan ayında birkaç yıldır beklenen kredi notu açıklamaları gelmiş ve önemli kredi derecelendirme kuruluşları peş peşe Türkiye’nin kredi notunu yükseltmişti. Yükselen kredi notlarıyla beraber Türkiye Cumhuriyeti’nin piyasadan borç alırken kullandığı tahvillerde kullandığı borçlanma faiz oranı 5,14’e kadar düşmüştü. Merkez Bankası tarafından Nisan ayında kamuoyuna deklare edilen bu oran cumhuriyet tarihinin rekoruydu. En çok satılan vadeli tahvil baz alınarak belirlenen ve “gösterge faiz” adı verilen bu kriterdeki müspet düşüş; beraberinde enflasyonu da aşağı çekecek, devletin kasasında yatırım için daha fazla para kalacak, bu olumlu seyir büyüme oranlarına yansıyacaktı. Kısacası zaten iyi giden ekonomiye yönelik en temel verilerin zincirleme etkisiyle daha da iyiye doğru gideceğine yönelik ekonomik çevrelerde bir genel kanaat hâkimdi.
27 Mayıs’ta Türkiye’den gelen kalabalık bir heyetle, Chicago’nun en güzel meydanında biz; Nevşehir merkezli bir Türkiye tanıtım organizasyonuna hazırlanırken Gezi Parkı civarında toplanan bir kalabalığın yaydığı gürültü yavaş yavaş Atlantik ötesine kadar ulaşıyordu.
Endişeli modernler, devlete borç vererek para kazanmaya alışmış sözde sanayiciler, çevreye zarar verildiğini düşünen ağaç dostları, askeri vesayet rejimini memleketin kurtuluşu için yegane reçete olarak görenler, illegal sol örgütler, hükümete pek çok başka sebeple muhalif meslek örgütleri, sevgililerini altı yedi ay arayla aralarında değiştirmeleriyle paparazzi programlarından ve kokain iptilaları ile ana haber bültenlerinden tanıdığımız bazı dizi sanatçıları ve bazı taraftar grupları bu büyük nümayişin en akılda kalan özneleriydi. Yahut -aşağıda söyleyeceklerimden sonra belki de bana hak vereceksiniz- sadece sözde özneleriydi.
Olayların devam ettiği yaklaşık bir ay boyunca araştırma için bulunduğum bu ülkede beni ziyarete gelen ailemle Amerika’nın çok çeşitli şehirlerinde bulunduk. Mesela haziran ortalarında New York’ta üstü açık otobüslerle şehir turu yaparken, otobüsteki pek çok başka milletten insanla birlikte bizim de dikkatimizi merkezi bir parkta toplanmış50-60 kişilik New York/ Gezi protestocuları çekmişti. Rehberimiz seyrek kalabalığın cılız sesine bir süre kulak vermişse de neler olduğunu tam anlayamamış; “Türkiye’de bir şeyler oluyor” gibi muğlak bir cümleyle meraklı bakışlara cevap olmaya çalışmıştı. Açık otobüslerle şehrin makyajlı yüzünü keşfetmeye çalışan fotoğraf düşkünü turistler neler olduğunu tam anlayamasalar da CNN tarafından her saat başı haber bülteninde yapılan canlı bağlantılarla ortalama Amerikan kamuoyu için artık Taksim, Central Park kadar aşina bir mekân olmuştu. Öyle ki olaylardan yaklaşık 4 ay sonra evinde bir oda kiraladığım 60 yaşındaki ortaokul mezunu Meksika orijinli ev sahibem, tanıştığımız ilk gün bana Taksim’i ve Gezi olaylarını soracaktı.
Amerika, CNN üzerinden hem Türkiye’deki muhiplerine hem de referansıyla hareket edecek küresel sermayeye; Ak Parti’nin üzerini çizdiğini ve artık Türkiye’de iktidarın değişme zamanının geldiğini duyurmuş oluyordu. Bu örtülü deklarasyonu; içerdeki okulları, sivil toplum örgütleri ve düşünce kuruluşlarıyla Amerika’yı en iyi bilen eski bir yol arkadaşı anlayacak ve oluşacak olan yeni dengede yerini almak adına çalışmalara başlayacaktı. İşte 17/25 Aralık, bu çalışmaların bir neticesi olarak kamuoyunun gündeme gelmiş ve ülkeyi bugün bile şiddetli artçılarını yaşadığımız ciddi bir depremle yüz yüze bırakmıştır.
Kuşkusuz 17/ 25 Aralık üzerine, meseleye farklı perspektiflerden bakan yüzlerce yazı kaleme alınabilir. Sırası geldikçe kamuoyunun dikkatinden kaçan kimi ayrıntılar etrafında bu konuya dönmeyi düşünüyorum. Ancak isterseniz şimdi bu yazının gündemine geri dönelim ve yaşadığımız bu önemli olayların cebimizden ne kadar çaldığına bakalım.
Gezi olayları öncesi 5 seviyesinde olan gösterge faiz, olaylardan sonra 7,5’e çıktı ve 17 Aralık sürecine kadar bu civarda seyretti. Dolar 1,8 civarındayken Gezi sonrası 2 lira civarında sabitlendi. 17 Aralık sonrası ise gösterge faizin 7,5’ten 9,5’e çıktığını, doların da 2 TL civarından 2,25- 2,35 bandına taşındığını gözlemledik.
Yapılan çok çeşitli hesaplamalar bulunmakla birlikte borçlanma faizindeki her 1 puanlık artışın kamuya maliyetinin yaklaşık 2 Milyar dolar olduğu bilinmektedir. Dış borçlarımızı öderken kullandığımız uluslararası para birimi olan dolardaki artışın maliyeti ise vatandaşlarımız tarafından daha net anlaşılabilir. Zira bizim kazandığımız para, ürettiğimiz değer değişmediği halde ödediğimiz borç artmakta ve alım gücümüz düşmektedir.
Teknik ayrıntıları bir tarafa bırakıp ortaya çıkan yeni tablonun ülkemize neye mal olduğunu muhtelif uzman analizleri neticesinde söyleyecek olursak; bu rakam 15 ila 20 milyar dolar arasında değişmektedir. Sahi bir de bir bakana hediye edilen yedi yüz bin dolarlık bir saat; İran’ın parasını uluslararası sisteme sokmak karşılığında İran devletinden alınmış komisyonlar ve yapılan imar usulsüzlükleriyle kazanıldığına inanılan bazı rantlar vardı değil mi?
Yapılması düşünülen hava savunma sistemi için daha fazla teknoloji transferi vaat eden ve en ucuz rakibinden 450 milyon dolar daha ucuz fiyat veren Çinli şirkete göz kırpılmasaydı. Bizi senelerdir tavuk gibi yolup, şükran günü hindisi gibi dolduran NATO’lu müttefiklerimize hava savunma ihalesini vermeye; Amerikan sefirinin “hmm kızarız bak” demesiyle razı olan bir hükümet iş başında olsaydı bunlar yine de gündeme gelir miydi acaba?
Hadi kabul edin. Belki de son defa… İyi çaldınız…