MİNİK TOSBAĞA

MİNİK TOSBAĞA

Bir Elazığ dönüşü.

                                Yaz dinlencesindeyiz.

                                Göre’ye varıyoruz.

Yiyip içiyoruz.

Anacığım bize neler yedirmek istiyor, neler.

Fakat, kendi sözüdür .

Söylerken de gözleri ıslaktır hep:

Gurbete gidenin midesi küçülürmüş.”

Hüseyin dedemin sık söylediği bir sözü de

               anımsarız böyle anlarda.

Yemek saray yemeği gibi de. Yiyecek adam ilazım.”

Evde güzel bir Montofon inek var.

Anam diyor ki. “ Emillah, arabanıza binip, Yuvanlı’ya gidip ıcık yonca biçip getirseniz.

Göğertisiz galdı zavallı.”

Lafı mı olur. Hemen.

Umut, yine kitaplık odada eski dergileri okuyor.

İyi ki biriktirmişim o çocuk dergilerini.

Mutlu yanımıza düşüyor.

Arabaya tırpan koyuyoruz.

Son anda babam da katılıyor.

                Sever bağı, bahçeyi gezmeyi.

Diktiği ağaçları gözlemeyi.

Yuvanlı yoluna düşüyoruz.

Burada bir töme vardı,Nooldu? “

Oolum töme mi bırakırlar? Hışırını alalım diye hiç yükselti gomadılar nerdeyse,”diyor.

Varıyoruz Yuvanlı’ya.

İlk,orta,lise…

Yaz dinlencemiz Yuvanlı demekti.

                                                            Şekerpancarı,patates,kavak,selvi sulamak…

Yoncalar mor mor çiçek açmış.

Ne verimli bir bitkidir şu yonca, hayvan yetiştiren çiftçi için.

İyi bakılsa, sulansa yılda 4-5 kez biçilebilir.

Tahıllar da öyle olsaydı, dünyada açlık kalmazdı.

Arabanın yüklüğünden tırpanı alıyorum.

İkindin vakti.

          Güneş ısıtıyor.

                      Ortalıkta böcek vızıltıları…

Tırpanı sallıyorum.

                                  Hıyır,hıyır…

Havaya taze biçilmiş yonca kokusu yayılıyor.

Seriiiin…Cana can katan,cana coşku katan.

İşte bu benim sevdiğim koku.

        En pahalı parfümlere değişmem.

İnsana yaşam sevinci veriyor.

Babam beni izliyor.

Belli ki, epey uzak kaldığım halde bu işlerden,

 yonca biçişimi ,tırpan sallayışımı beğeniyor.

                                                                                                                                Anlıyorum.

Bir ara Mutlu ortadan yitti.

Bakındım sağa, sola.

Göremedim.

       Seslendim, karşılığını alamadım.

Biraz sonra çıkıp geldi.

Babaaa, dedeeee ! Bakın ne buldum ? “

Küçük bir kaplumbağa yavrusu.

               Kucağında.

                        Daha kabuğu bile sertleşmemiş.

                                  Belki daha birkaç günlük.

Biz çocukken buna tosbağa yavrusu derdik,” diyor dedesi.

Dedeee, biz bunu eve götürelim mi ? “

Onun yuvası burada. Anası, babası arar, bulamaz. Üzülürler. Götürmeyelim,” diyor .

Mutlu üzülüyor. Suratı asılıyor.

Kucağından yere indiriyor minik kaplumbağayı, oynuyor.

Ben yonca biçiyorum.

Arada,dinlenmek için durup Aşıklıdağ’a bakıyorum.

Havuza su tutup,dağın tepesine çıkardık.

              Dönüşte,tam dolan havuzda çimerdik.

Havuz duruyor.

     Amma içi boş.

      Suyumuzu tümüyle Nevşehir aldı.

                                                                                                            Akarsu yok artık.

Babam, çevreye göz gezdiriyor. Dolaşıyor. Söğütlere,kavaklara bakıyor.

Gövdelerini okşuyor.

Kurtlanmış, kurumuş olanları üzünçle seyrediyor.

Patateslerin içindeki yabanıl otları asılıp,

                      kökünden çıkarıyor.

Üstü başı çamur içinde, aldırmıyor.

Kavakların, selvilerin oraya eğlediğim Murat 124’e götürüp yoncaları,                                                                                                                                                yüklüğüne yerleştiriyorum.

İyi iş yapmış insanlara özgü bir mutlulukla dönüyoruz Göre’ye,eve.

Mutlu arabada kıs kıs gülüyor.

             Genelde ciddidir.

             Niye gülmekte acep?

Arabanın yükünü boşaltıyorum.

                 Yonca destesini kucaklayıp…

Pat diye yere bir şey düşüyor.

       Yoncalarla birlikte bir taş parçası mı koymuşuz?

Mutlu gelip alıyor düşeni.

             Bu, Yuvanlı’daki küçük yavru kaplumbağa.

Meğer, biz görmeden ,

             Yuvanlı’da yoncaların arasına saklamış.

Dedesi bakıyor.

Getirmesen iyiydi oolum” , diyor. “ Neyse, hadi götürelim, aşağıya çayın kıyısına koyalım.

Orda ot yer, büyür, belki anasını babasını da bulur. “

Dedeee, ben bunu Ürgüp’e götürmek istiyordum. Ahmet dedeme gösterecektiiim,” diyor.

Babam, torununu kırmak istemiyor.

Fakat, bir “tabiat dersi” de veriyor bu arada.

Bu yavru buranın hayvanı. Ürgüp’e götürürsen , yaşamaz. Hadi götürüp aşağıya koyalım.”

Elinden tutuyor Mutlu’nun.

Mutlu küçücük yavruyu kucağına almış, taşıyor.

Birlikte , aşağıya çayın kıyısına doğru yürüyorlar.

Annesi, babaannesi yukardan seyrediyorlar.

Gülümseyerek.

Güzel bir temmuz günü Göre’de.

Böyle geçiyor.

…………………………………………