Musa'nın Çığlığı!
Esed`in askerleri, evlerini bombaladı. Ev yıkıldı. Ahırda yatmaya başladılar. Bir öğle sonrası Rus uçakları geldi. Ahırın üstüne bomba düştü. Allahtan sokaktaydılar. Bir tek koyunları vardı ahırda. Ölmüştü. Yediler bitti. Ne evleri kalmıştı ne yiyecekleri. Ya ölecekler ya da gideceklerdi.
Babasına, “Avrupa`da insanca yaşarsın. Adımını attın mı kimse sökemez seni ordan” demişlerdi. Bu umutla bindiler sahtekarların derme çatma botuna. Dalgalar yükseldi, bot devrildi. Musa, Ege`nin azgın sularıyla boğuşamayacak kadar küçüktü. Ne annesini-babasını, ne de kardeşlerini göremiyordu. Dalgalar acımasızca minik bedenini savururken, kulağına sadece feryatlar geliyordu. Musa da, “Babaaa, anneeeeeeee” diye bağırıyor ama çağrılarına cevap alamıyordu. Suyun yüzeyinde sallanan ellerini ilk Barack Obama gördü.
Obama`nın aklına hemen kızı Malia geldi. Bir Musa`yı, bir Malia`yı düşündü. Yüreği burkulur gibi oldu. “Amaannn canım” dedi “Daha önemli işlerim var”. Yürüdü gitti.
Obama`nın kapattığı kapıdan David Cameron girdi. Dört çocuğu vardı. En küçüğü Musa kadardı. Elini tutar mıydı acaba? Çekip alır mıydı ölümün kucağından. David yaklaşır gibi oldu Musa`ya. Kararsızdı. Durdu. Başını iki yana salladı Musa`nın gözlerine bakıp. Obama`nın çıktığı kapıyı çarpıp, Musa`yı yüzüztü bıraktı O da.
Musa`nın minik bedeni Egenin sularına batmaya başladı. Merkel başını çevirdi, Musa`nın dibe doğru inerken yalvarırcasına bakan zeytin gözlerini gördü. O`nun aklına gelecek çocuğu yoktu. Evliydi ama olmamıştı. Bir, paskalya sokaklarında cıvıldaşan şen-şakrak Alman bebelerini düşündü, bir Musa`nın hayallerini. “Hadi canım…Hristiyan olsaydı neyseee” dedi. Önündeki dosyalara döndü.
Putin, Avrupa ile dalaşmadan Suriye`ye nasıl çörekleneceğinin hesabını yaparken, Musa`nın çığlıkları geldi kulağına. Dikkat kesildi. Çığlıklar dinmiyordu. Kendi kızlarını düşündü. Şimdi kazık kadar kadın olmuşlardı. Ama onlar da bir zamanlar Musa gibi miniciktiler. Musa`nın feryatları giderek zayıfladı. Putin, “Çocuk da olsa Müslüman kanı taşımıyor mu? Hadi canım…Boş veerrr” dedi ve yakın gözlüklerini takıp, ertesi gün Suriye`de kaç Müslüman çocuk daha öldüreceğinin hesabını yapmaya başladı.
Musa, François Holland`dan umutluydu. Dört çocuğu vardı O`nun da. “Mutlaka acır bana. Merhamet eder” dedi. Holland, çalışma ofisindeki dev akvaryumun içinde gördü Musa`yı. Piranalar saldırıyordu. Gözlerini, dudaklarını ısırıyorlardı. Kalktı, akvaryuma doğru yürüyecek oldu. Elini uzatıp, piranaların ağzından alabilirdi Musa`yı. “Ellerimi kirletmeye değmez. Büyüyünce bu da Hıristiyanların başına bela olur” dedi. Musa`nın akvaryuma yayılan kanını görmemek için perdeyi çekti.
Ege`nin suları soğuktu. Musa kalan son gücüyle suyun yüzüne ulaşabildi. Belki de aldığı son nefesti bu. Deniz suyunun kan çanağına çevirdiği gözleri Avusturya Devlet Başkanı Hainz Ficsher`e mıhlandı. Yetmiş sekiz yaşındaki bu yaşlı dedenin kendi yaşında torunları vardı. Mutlaka tutardı elinden. Çekip alsa onu, yaşam boyu kulu-kölesi olurdu. Ölmek ağır, minik bedeninin taşıyamayacağı kadar ağır geliyordu. Bir an annesini-babasını düşündü. Ağabeyini düşündü. Hiçbiri görünmüyordu. Can derdi ağır bastı. Fischer, üzgündü. “Çaresizim çocuk” dedi. Musa ağlamaya başladı, “Lütfen yardım et, ölüyorum” diyebildi. Fischer arkasını dönüp lavaboya gitti. Vicdanını yıkayamayacağını biliyordu. “Hiç olmazsa ellerime bulaşan bebek kanlarını temizleyim” dedi.
Aleksis Çipras, hükümet binasından Yunan kıyılarına ulaşabilen Suriyeli mültecileri izliyordu. “Hepsini geri götürün Türkiye`ye” diye bağırdı. Masasına yürürken, duvardaki Meryem Ana tablosundaki çocuğun yüzünde Musa belirdi. Çipras, babasının yaşındaydı. Kendi yaşında iki çocuğu vardı. Çipras amca elini tutsa, çocuklarıyla oynayacağı her oyunda gönüllü ebe olmaya hazırdı. Çığlıkları artık zar-zor duyuluyordu. “Nefes alamıyorum Amca yardım et”. Çipras, bir Musa`yı bir çocuklarını düşündü. “Elini tutarsam Avrupa beni parçalar çocuk” dedi. Işığı söndürüp çıktı.
Musa yüzünü doğuya döndü. Şi Cinping tutar mıydı elini? Asık yüzlü bir ihtiyarın görüntüsü düştü dalgaların üstüne. “Bana hiç bakma Musa. Ben Çin`deki Müslümanları yok edemedim hala. Bir de seninle uğraşamam” dedi korkutucu bir sesle. İhtiyarın eli, Musa`nın boğazına sarılacak gibi uzanmıştı. Korktu. Tuzlu suların yaktığı gırtlağından tek kelime çıkmadı. Aksine gözlerini kapattı bu ürkünç adamı görmemek için.
Benyamin Netanyahu, Gazze`ye saldırı emri veriyordu. Telefondaki Yahudi albay`a “Yerle bir edin, acımayın, başını kaldıranı öldürün” diyordu. Musa`nın çığlıklarını duymadı bile. Telefonu kapattı. Tekrar çaldı. Kaldırdı ahizeyi, Suriye`den arıyorlardı. “PYD`ye istediği silahları gönderin. Esed`e desteğimiz devam edecek” emrini verdi. Musa Gazzeli çocukların fosfor bombalarıyla nasıl öldürüldüğünü televizyonlardan izlemişti. Başını suyun altına biraz daha çekti . Netenyahu görmesin diye.
Hasan Ruhani, Sisi, Kral Abdulaziz, Menmun Hüseyin, Fuad Masum… Acaba hangisinden yardım istemeliydi Musa? Teker teker dolaştı hepsinin odasını. Boyun büküyorlardı. Gözleri nemliydi çoğunun. Çaresizlik okunuyordu yüzlerinden. Elleri yoktu Musa`ya uzatacak. Dilleri yoktu konuşacak ve kulakları yoktu, Müslüman bir çocuğun feryatlarını duyacak.
Musa`nın nefesi yeniden tükendi. Gözleri kapandı. Dişleri birbirine vuruyordu. Derinde daha soğuktu sular. Çalacağı kapılar tükenmişti. Girmeye çalıştığı vicdanlar ne kadar da karanlıktı. O kadar kirliydi ki kapılarının tokmağını bile bulamamıştı. Annesi nerdeydi şimdi? Babası, kardeşleri. Babası duysa sesini bırakır mıydı onu hiç? Annesi kucaklar çıkarırdı sulardan. Nerdeydiler? Belki de Musa`dan önce ölmüştü hepsi. O zaman direnmenin anlamı var mıydı ölüme? Annesine, babasına, kardeşlerine kavuşmak için daha ne bekliyordu ki? Dedesi`ni Esed`in askerleri vurduğunda yanındaydı. Son nefesinde kelime-i şahadet getirdiğini duymuştu. Şimdi Musa`nın da kelime-i şahadet getirme zamanıydı. Ancak genzine gırtlağına dolan sular, sesinin çıkmasına izin vermiyordu. Gözyaşlarının tuzu Ege`nin suyuna karışıyordu. Artık, yalnızca dudaklarını kıpırdatabilecek gücü kalmıştı. “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammedin resulullah”…
Ölüyordu ve rüyasında kocaman güçlü bir elin cılız bedenini sudan çıkarıp aldığını görüyordu. Bir teknenin içindeydi. Gözlerinde yalnızca ışık vardı nur gibi… ve her taraf bembeyazdı. Bir de kulağına gelen belli belirsiz sesler.
“Ölmüş mü yavrucak?”
“Bilmiyorum hiç iyi görünmüyor”
Sonra biri kucaklayıp bedenini sıkıca bastırdı. Ağzından, burnundan sular boşaldı. Zayıf, zayıf öksürdü.
“yaşıyor, yaşıyorrrrr”
“Allahım şükürler olsun, çocuk yaşıyor arkadaşlar, yaşıyor”
Musa gözlerini açtı. Nerdeydi? Ölmüş müydü yoksa yaşıyor muydu? İlk sözü, “Anne…annem nerde?” oldu.
Onu sudan çekip çıkaran adam hüngür hüngür ağlıyordu. Sadece o değil, teknedeki herkes gözyaşına boğulmuştu. Denizden 15 ceset topladıktan sonra canlı ulaşabildikleri ilk Suriyeli küçücük bir çocuktu. Hepsinin evlatları vardı. Musa gibiydiler. Çocuktular işte. Musa`nın yerinde kendi çocukları da olabilirdi. Şükrettiler. Ellerini açıp yaratana dua ettiler. Musa gözlerini açtı. Feri sönmüş bakışları binlerce soruyla doluydu. Bir ses: “Yavrucuğum TÜRKİYE`desin. Şükürler olsun kurtuldun” dedi.