ÖĞRETMEN MUSTAFA KIR

ÖĞRETMEN MUSTAFA KIR

1972…Merkez Ortaokulu…

Matematik öğretmeni Mustafa Kır…Bizim verdiğimiz adla Kır Mıstık…

Yüzünde hep bir gülümseme…Elindeki sigaranın uzayan külü ha düştü ha düşecek.

Duman gözlerine gire gire, sigara içmese de hep kısık bakar. Öyle alışmış.

Balıkesir Necati Bey  Eğitim Enstitüsü’nü bitirip matematik öğretmeni olmuş.

Hacıbektaş Ortaokulu’nda görev yapmış.

Sonra aynı okuldayız.

Her olayı bir deyimle canlandırıyor. Her olaya bir destan yazıyor. Aşıklığı var.

Doğuştan var olan söz söyleme yeteneği, belli ki Hacıbektaş’ta daha da gelişmiş.

Fakat, asıl, çocukluğunda yaz aylarında çıktıkları Erdaş Yaylası’nın etkisi var.

……….

Sözlü sınav yapacağız.

Başlama saati iyice yaklaşmış.

Ortalıkta Bakanlık denetmenleri  dolaşıyor.

Aman, bir açığımızı yakalamasınlar.

İvedi ivedi çıkıyoruz öğretmenler odasından.

Sınav yerine varıyoruz. Öbek öbek birikmiş öğrenciler.

Turan Ergül  konuşuyor : “ Aman, ben sınava alınacak öğrenci çizelgesini unuttum.”

Türkan Kumtemur gülüyor : “Ben de soru kağıtlarını orada bıraktım.”

Müdür Kadri Gürhan kızıyor: “Siz de bir işi doğru yapın yahu!”

Hayri Aral konuşuyor: “Ben, mümeyyiz tutanağını hazırlamıştım, iki nüsha, unutmuşum.”

Kır Mıstık, ağzında sigara, dumandan özlerini kısmış gülüyor: “Göç büyüdükçe döküntüsü artar.”

………….

Bir öğretmen arkadaş anlatıyor:

“ Turist akın akın geliyor. Amma velakin Nevşehir’de şöyle rahatça oturup pasta, poğaça, börek, çörek yiyebileceği, çay, kahve, süt içebileceği bir yer yok. Biz, bunu açalım dedik. Eğer, içerde bir hanım varsa, turist güvenle giriyor oraya. Bunu ben Antalya’da görev yaparken anlamıştım. Neyse, aradık taradık; bir hanım bulamadık iş görecek. Mahalle baskısına göğüs gererek bizim hanımın bu  işi yapmasını istedik. Sanki sarayda yetişmiş bizimki, kabul etmedi. Velhasıl, açtığımız pastane işi yürümedi. Kapatmadık, ama istediğimiz gibi olmadı.”

Kır Mıstık gülümseyerek baktı öğretmen arkadaşa:

“ Yaylada karın varsa, ovada darın olmaz.”

…………..

“ Hacıbektaş Ortaokulu’na vardım ki, dökülüyor. Baktım, bir depoda kireç var. Verin bana bir kova dedim. İki öğrenci gelmiş kayıt için. Yardım edin, dedim onlara. Su doldurdular. Başladık duvarları badanaya. Çukurları doldurduk. Tertemiz. Üstümüz başımız battı. O sırada Eğitim Müdürü Naci Bayraktar geldi. “Sen kimsin?” dedi. “Ben Mustafa Kır’ım. Matematik Öğretmeniyim. “ Öfkeyle baktı bana. “ Sen öğretmen olamazsın. Badanacısın.” dedi küçümseyerek. Müdür girdi odaya , hiç ummazdım, İl Eğitim Müdürüne öyle bir çıkıştı ki: “ Takdir etmek, taltif etmek varken, bir de iş yapan, çalışan öğretmeni tekdir ediyorsunuz. Ayıptır bu yaptığınız.” Bayraktar şaşırdı. Kızardı, bozardı. Öfkeyle çıkıp gitti. Sonra ikimizi de Hacıbektaş’tan uzaklaştırdılar.”

………………………

Öğrenci bayramı sever.

Fakat, özgürce davranmak ister.

Öyle sıraya gir, rap rap yürü; sevmez bu buyrukları.

Buyrukları körü körüne yerine getirmek isteyen öğretmenlere de, sırası gelince karşı koyar.

Öğrenciler, Stadyumdaki gösteriye katılacak; marifetlerini sergileyecekler.

Müdür Kadri Gürhan bağırıp çağırıyor. Esmer yüzü daha da kararmış.

Türkçe öğretmenleri Hayri Aral’a, Talat Erol’a, buyruğunu iletiyor.

“ Hocam, öğrencileri sıraya koy! Düzgün yürüsünler. Laübalilik yapmasınlar. Yakarım!”

Talat Bey, Hayri Bey gülüyor. Müdür bozuluyor.

“ Sayın Müdürüm, ne olacak sanki! Burası Harbiye mi? İyi yürüseler ne kazanacaklar ki?”

“ Olur mu efendim, olur mu? Maarif Müdürümüzün emri var. Dört dörtlük olacak hepsi.”

Kır Mıstık, ağzında sigara yaklaşıyor. Kadri Gürhan, onu öyle görünce daha da kızıyor.

“ Ne o, sabah sabah at arabanla bağa mı gittin. Şu kılık kıyafetine bak! Kravatın da yok. Müdürüm görmesin seni bu halde!”

O, aldırmıyor. Öğrencilerin sevdiği bir öğretmen. Aralarına giriyor.

“ Haydi Mustafa Bey, yürütün artık talebeyi.”

Kulağıma eğiliyor. Talat Bey’e, Hayri Bey’e de duyurmak ister gibi gülerek konuşuyor.

“ Göç, yolda düzen alır.”

…………..

Her olayda yayla yaşamı ile bir bağlantı kuruyor. Olayları dile getirmede yaylacılık yaşamının varsıl deyim bolluğundan yararlanıyor. Bayram sonrası sordum, anlattı:

“ Biz, İkinci Dünya Savaşı sonrası çocuklarıyız. Taa 1955’lere değin, ailemiz Erdaş Dağı yaylasına çıkardı. Üç ay kadar. Çadır kurardık. Kara kıl çadır. Orada Niğde , Melegübü (Derinkuyu), Suvermez, Doğala, Çakıllı, İcik, Kızılcin, Dobada, Ağıllı, Karapınar, Topaç gibi köylerin insanlarıyla bir araya gelirdik. Biz davar güderdik. Gençler türkü söylerdi. Askerden dönenler anılarını anlatırdı. Kuşaktan kuşağa anlatılanları da öğrenirdik. Erdaş Yaylası neden böyle ağaçtan yoksun kalmış. Yaşlı bir Türkmen kocası anlattıydı. Damad İbrahim Paşa, Sultan 3. Ahmed’in bacısıyla evlendikten sonra Muşkara Köyünü Nevşehir’e dönüştürürken, göçer-konar halkın yeni şehre yerleşmesini sağlamak için Erdaş Dağı meşe ormanlarını tahsis etmiş. Başka hiç kimse tek bir dal bile koparamazmış meşeden. O zaman beton yok. Kereste, taş…Yonu taşı var, onu sağlamak  kolay. Fakat hezen ancak Erdaş ormanından sağlanabiliyor. Öküz arabalarıyla yıllar boyu tomruk, kütük, hezen taşınmış Muşkara’ya. Nevşehir giderek büyümüş amma, o güzelim ormanlardan da bir şey kalmamış. Bugün birçok çukurluk var dağın yamaçlarında. Eski pınarların yeri. Orman kalmayınca sular da akmaz olmuş, pınarlar kurumuş. Yaylacılar artık kolayca bulamaz olmuşlar davar sürüleri için suyu. Yine de Nevşehir, il oluncaya değin yaylacılık sürmüş. İşte, biz de bunu yapardık. Artık, kalmadı o eski gelenek. Fakat, sen iyi fark etmişsin, bak, benim konuşmamda neden böyle yayla deyişleri geçiyor; yaşadığımız hayatla ilgili bu. İnsanın anayurdu çocukluğudur, derler ya, o hesap işte.”