Remzi Rehber Öğretmenim Bizi Sinemaya Götürüyor

“ Çocuklar, annenize,babanıza anlatın, yarın sizi film seyretmeğe götüreceğim.”
Göre İlkokulu’nun önünde toplaşmışız. Uğultu. Remzi Bey gülümseyerek konuşuyor:
“ Sinemaya giden var mı içinizde?”
Beş sınıflı İlkokulun toplam 155 öğrencisi var. İki parmak kalkıyor.
Onların babalarının Nevşehir’de dükkanları var; yılın bir bölümünde kentteki evlerinde yaşıyorlar.
“ Unutmadan söyleyeyim; sinemaya gitmek isteyenler elli kuruş getirecek.”
Bir uğultu başladı. Yıl 1954. Elli kuruşu çocuğuna bir film için verebilecek kaç aile vardır?
7-12,14 yaş aralığında çocuklarız. Daha film seyretmemişiz. Sinemanın adı duyuluyor ama,
nasıl bir yer bilmiyoruz. O andan başlayarak düş dünyamızda filmleri oynatmağa başlıyoruz.
“ Sinema öyle böyük öyle böyük ki, görsen şaşar kalırsın. Bizim sınıflarımızı birleştir;
duvarları kaldır aradan, daha bile böyük.”
Bilgiç bilgiç konuşuyor film seyreden o iki çocuk.
“ Aman ha, sakın korkmayın la! Atlar kişneyerek üzerinize doğru gelir;
araba devrilir de altında kalırım sanırsınız.”
…………………
Nisan sonlarına doğru dersler giderek zayıflıyor.
23 Nisan Çocuk Bayramı’nı hem köyde kutlamışız, hem kente gidip  izlemişiz.
Fakat bir sorun var: Kuzularımız ardarda doğuyor.
Onlarla ilgilenmemiz gerekiyor. Bir sürü olunca kırlara götürüp otlatacağız.
Sinemaya gidince biz,  onlara kim bakacak?
………………………..
Sonunda o sevinçli, coşkulu gün geliyor.
Heyecandan titriyoruz. Sıra sıra dizilip yola düşüyoruz.
Okulumuzun dört öğretmeni başımızda:
Remzi Rehber, İbrahim Tüfekçi, Salim Oğuz, Mehmet İnan…
Niğde yolu toz toprak içinde.
Fakat motorlu araçların gidiş gelişi öyle sık değil.
Bir kamyon geçiyor, toz bulutu içinde yitip kalıyoruz. Traktör geçiyor, bulut daha az yoğun…
Yürüyoruz…Remzi Bey diyor ki: “Çocuklar haydi 19 Mayıs Marşı’nı söyleyelim.”
Dağ Başını Duman almış;
Gümüş Dere durmaz akar…”
Çocukluğumuzun ham sesi koyakta yitip gidiyor. Öğretmenlerimiz gülüyor.
Yürüyoruz, yorulmak nedir bilmiyoruz. İşte, kentin kalesi,
yamaçlardaki kat kat, basamak basamak evleri görülmeğe başladı.
Belediye’nin yaptırdığı “Gazhane” denilen uzun bir yapıyı dolandık,
biraz ilerde bir taş yağmuru başladı. Çığlık çığlığa…Kendimizi savunmağa çalışıyoruz.
Mehmet İnan, Göçmen Mahallesi çocuklarına önce Türkçe,
sonra Arnavutça bağırıyor:
“ Laaan, taş atmayın laaan! Babanıza söyleyimde ,görünhaa!”
Hiç etkisi yok. Çocuklar görülüyor;
taş attıktan sonra sokak aralarına dalıp ,dağılıyorlar. Sonra yokuşa doğru bir hamle…
Uzun boylu İnan Öğretmen gözden yitip gidiyor.
“Maacir Mahallesi çocukları”nın ilk saldırısını öğrenmiş oluyoruz.
Yara bere almadan kurtuluyoruz.
Remzi Bey tek tek soruşturuyor:
“Çocuklar taş değdi mi? Bir yerinizde bir şey var mı?”
Sonra rahatlıyor, gülümsüyor.Yanyana yürüyoruz.
Onun biz Güney’lere özel ilgisi var,mutluyuz.
Salim Oğuz’a dönüp diyor ki sonra :
“İbrahim Paşa İlkokulundaki öğretmen arkadaşlara söyleyelim,
taş atmanın ne demek olduğunu…Öğretsinler…
Kamyonları da taşlıyorlar sanırım, cam kırılırsa şoför ne hale gelir?”
Diger öğretmenler üzüntüyle onaylıyorlar konuşmayı, başlarını sallıyorlar.
“ İnan Öğretmenin evi de yukarda zaten. O sinemaya gelmeyecekti,”
diyor İbrahim Tüfekçi Öğretmenimiz.
Dere Mahallesi…Kente giriyoruz. Ben ilkokulumuzu pek büyük sanırdım.
Öyle evler var ki, ondan daha büyük, gösterişli. 
Bizim okulumuz da güzel. Pencereleri büyük büyük.
Remzi Bey anlatmıştı. Biz daha doğmadan çook önce,Atatürk istemiş ,
içeriye ışık girsin diye pencerelerin büyük olmasını.
Hüseyin ile yanyana yürüyoruz. “Ben susadım ,,” diyorum.
Remzi Bey anlıyor, dudağımız kurumuş.
İstiklal İlkokulu önündeyiz.
“ Çocuklar, susadınız değil mi? Bu okulda musluklardan su içebilirsiniz,”
İlkokulun çocuklarının yüzleri düzgün, giyimleri derli toplu,düzenli.
Bizim alnımızda, yüzümüzde kavlak var;onlarda yok. Hele kızlar…
İlk görüyorum böyle ak yüzlü kızları.
Bizlere sanki biraz tepeden bakar gibiler.
Dudaklarını büküyorlar, sonra fısır fısır konuşuyorlar aralarında.
“ Göre İlkokulu öğrencisiymiş bunlar.
Sinemaya götürüyormuş öğretmenler onları…”
Duyuyoruz…Laf atanlar oluyor…
“ LanGoreliler! Korkarsınız siz filmden lan! Gitmeyin,”
Remzi Bey kızıyor çocuğa; sert sert bakıyor. Çocuk kös kös uzaklaşıyor…
Biraz daha yürüyoruz. Az kaldı. Yokuş aşağı indik mi, tamamdır.
Sağda akaryakıt satış durağı var.
Sonra Belediye’nin güzel yapısı, karşısında sıra sıradükkanlar…
Yüksekte Damad İbrahim Paşa ya da Kurşunlu Cami’nin kubbesi, zarif,
bir kalem inceliğinde güzel minaresi, avlusunda iyi yetişmiş ağaçlar…
Her yere bakıp sanki resim çekiyorum, belleğime yerleştiriyorum.
Üç yıl sonra bu yolları çiğneyip altı yıl sürecek gidiş gelişler olacak,
o günler sanki öyle uzak ki…
Ve Büyük Sinema…Hemen yanında bir bakkal dükkanı
meğer Remzi Bey’in babası Ahmet Ağa’nınmış.
 Öğretmenimizin birkaç yaş küçüğü Hikmet ağabey, de oradaymış.
O zaman daha adlarını bilmiyoruz elbette.
Remzi Bey, dükkana girip çantasını bırakıyor,
babasına birkaç sözle açıklıyor durumu.
Sonra yine yanımıza geliyor, fötr şapkalı bir adam, sinemanın sahibiymiş,
Remzi Bey ile tokalaşıyorlar, kısa süre  konuşuyorlar…
Biz sıra sıra olmuşuz sinemanın önünde.
Kentin çocukları çevremizde dolanıyor, bize laf atıyorlar…
Kendileri iyice deneyimli ya.
“ Çocuklar, aldırmayın laf atanlara; karşılık vermeyin,”
diyor Salim Öğretmenim…
Sonra toptan biletler alınıyor. Tek tek sayılarak içeri alınıyoruz.
Gizemli bir havası var bu sinemanın. Değişik bir kokusu…
Eğimli bir salon, sıra sıra sandalyeler.
O zamana değin görmediğimiz güzellikte koltuklar…
Başımı yukarıya çeviriyorum. Orada da bir kat var.
Balkon, loca nedir,bilmiyorum daha.
Hüseyin yavaşça diyor ki: “Yukarıda oturmak pahalıymış; 60 kuruş”…
Oturuyoruz heyecandan titreye titreye.
Remzi Bey bizim yanımızda. Diger öğretmenler de sıra başlarında oturmuşlar…
Elektrik ışığını ilk görüyorum. Evimizdeki Optimus Lüks Lambası
(üzerinde Made in Sweden yazardı) pek parlak ışık verirdi.
Sinemanın yüksek tavanındaki lambalara bakıyorum.
Pek çok ampul parlıyor.
Gözlerim kamaşıyor.
“ Hüseyin, bu ne kadar çok lamba böyle…Elektrik ne gözelmiş,” diyorum.
Hüseyin onaylıyor başıyla.
Işıklar giderek söndürüldü. Sonra ilk gong…Ardından ikincisi…
Önce bir çizgi film…Sonradan öğrendim,
bu bir Valt Disney firması ürünüymüş: Micky Mouse.
Renkli…Arkadan asıl film…Bir kovboy filmi…
Bir at arabası konvoyunayüzlerini boyunbağıyla saklamış haydutlar saldırıyor,
sürücüler kendilerini, yolcularını savunmak için canla başla savaşıyorlar.
Herkesin tüfeği, tabancası var. Arabalardan devrilenler oluyor.
Tekerler taş yığınları arasında dönüyor, dönüyor…
Sonra birden kesiliyor film. Karanlıktan aydınlığa geçiyoruz.
Işıklar hep birden yanınca gözümüz kamaşıyor…
Alışıyoruz. Remzi Bey, çıkıp beş dakika içinde su içebileceğimizi söylüyor.
Herkes yerini iyi bellemeliymiş. Film yine devam edecekmiş.
Film bizi heyecanlandırıyor. Bakalım haydutlar başarılı olacak mı?
Üstleri başları toz toprak içinde süvariler yetişiyorlar imdada.
Bizden başka seyirciler de var salonda.
Onlar alkışlıyorlar, araba yolcularının kurtuluş sevincine ortak oluyorlar…
Demek, alkışlamak gerekiyor.
Biz el çırpmıyoruz, yanımızda öğretmenimiz var;
yanlış bir harekette bulunmayalım…
Film sona eriyor. Dışarı çıkıyoruz. Yine sıra oluyoruz.
Remzi Bey, bizi 5. Sınıftan iri yarı birkaç öğrenci var, onlara emanet ediyor:
“Mesuliyet sizde, alt sınıftaki öğrencileri götürüp Göre’ye,
evlerine teslim edeceksiniz,” diyor. Biz yola düşüyoruz. O, dükkana giriyor.
Nedense, Salim Oğuz öğretmenimiz bizle birlikte gelmiyor.
Ortalık kararmağa başlamış. Akşam oluyor. Yine yürüyerek,
filmin coşkusunu  yaşayarak dönüyoruz köyümüze, evimize…
1954 yılının bir Nisan günü, ilk filmimizi böyle seyrediyoruz efendim…
Sonra sonra alışıyoruz. Haftada bir, her pazartesi,yaz dinlencesi döneminin
o güzel  günlerinde, sakız leblebisi (sarı leblebiye göre pahalı,lüks) yiyerek
sinemada film seyretmek sıradan bir vakit geçirme olayı durumuna geliyor artık.
O günlerden kalan, kulaklarımızdan gitmeyen,
sinemanın sesyükselten aygıtından çevreye yayılan türkü…Nezahat Bayram söylüyor:
Uzun olur gemilerin direği
Yanık olur anaların yüreği…
1964.Göre/Nevşehir