ŞAİR  AKINCIOĞLU NİYAZİ BEY

ŞAİR  AKINCIOĞLU NİYAZİ BEY

Dumanlı yaylalarda otlaklarımı,

Ceylanlar yitürdü, kuşlar yitürdü;

Ovada dönüm dönüm topraklarımı

Dostlarım paylaştı, dostlarım sürdü.

 

Seferde gemilerim korsan elinde,

Tezgahımı kurduğum köyü su bastı.

Son kalan kervanımı soydular Çin7de,

Devecilerim yolda kendini astı.

 

Başımı koymuşum bir aşka dünyada,

Kendi kendimin bile değilim dostlar1

Ne malım, ne mülküm var başka; dünyada,

Topu topu üç arşın bir toprağım var.

1940

Niyazi Akıncıoğlu 1919’da Kurudere ’de doğdu. 16 yaşında şiir yazmağa başladı. 1938’de ilk ürünlerini Haykırışlar adlı kitapta topladı. İlk şiirlerinde kimlerin etkisi var? Faruk Nafiz, Orhan Şaik, Nihal Adsız, Namdar Rahmi Karatay… Zaten kitabını da öğretmeni Gökyay’a adadı.

Adını ilk defa

Yedibela Rasim’ in hançerinde okudum.

Çocuktum.

Çatal geyik boynuzu kabzasında

İlk Bursalıyı tanıdım:

“ Bıçakçı Remzi” yazıyordu.

Ve kıvrak, söğüt yaprağı çeliğinde

Bir yara izi gibi kazılmıştı : Bursa.

…..

Bursa eyi, Bursa güzel.

Bursa için destan yazılır,

Bursa için iğneyle kuyu kazılır;              

                   Fakat yalan:

“ Bursa’da zaman,

Billur bir avize, gibi değil.

                                             Değil ama,

Bir ölmemek arzusu veriyor adama.

Dünyayı bırakıp gitmek haseti,

Yaşamak hasleti,

                            Dünya sevgisi;

Yeşil yeşil yeşeriyor,

Mavi mavi gülüyor.

1938’de Bursa Lisesi’ni bitiren Akıncıoğlu, 1939’da İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi olur. İkinci Büyük Paylaşım Savaşı’nın etkisiyle toplumcu düşünceye yönelir. Şiirlerinde insancıl köz dikkat çeker. Savaşların insanımıza yansıyan üzünç ve acısını yüreği eriyerek şiirleştirir. Kana susamışlara karşı kardaşlığı, barışı, demokrasiyi, özgürlüğü savunur. Artık hece şiirinin biçim ve içeriğinden ayrılır.

1940’larda özgün şiire ulaşmış. Şiirimize ayrı bir tad, yeni bir soluk getirir. Bir “umut şairi” olarak tanınmış. Yürüyüş, Ses, Gün, Sokak, Pazar Postası, Pınar, Yeryüzü, Meydan, Dost gibi dergilerde yayımlar şiirlerini.

Yeni doğmuş gibiyiz;

Kitaplarımız, defterlerimiz yeni.

Dünya eski bile olsa,

Gün aynı günse de;

Bacamız tüter,

Destilerimiz dolu.

Elden öğün beklemez oldu

Beş parmağında beş hüner,

Mes’uttur insanoğlu.

Evimiz-barkımız var,

Alıştık lezzetine sofranın.

Sütü yetiyor çocuklarıma

Hoşnuduz, karımız var.

Ve dünya habersiz değildir bizden,

Her taşın altında künyemiz yazar.

Yazar, şair Mehmed Kemal diyor ki : “Niyazi Akıncıoğlu, divan şiiri kelimeleri kullanarak kendine özgü bir şiir dili oluşturmaya çalışmıştır. Onun için şiirlerinde birçok divan şiiri “mazmun”u bulabilirsiniz, Niyazi’den sonra üne kavuşmuş birçok şair, bilerek bilmeyerek, onun geliştirdiği şiir dilinden yararlanmıştır” (Cumhuriyet.17 Şubat 1979 ). 

Selamın geçiyor besbelli,

Yeşerdi telgraf direkleri;

Seneler sonrası, ormanından ayrı.

 

Bir sevinçtir aldı kırlangıçları,

Rastgele öpüştüler

Düşünmeden günahı,

Öbür dünyayı.

 

Ben deli-divane olsam

Çok mu görülür?

1939-45 arasındaki dünya cehennemden farksızdır. Yalnız, cennet olmasa da, bu cehennem evreninde küçük adacıklar vardır. Türkiye de bunlardan biridir. Akıncıoğlu, savaşı çıkaran Alman nazizmine ( Germanik faşizm ) düşmandır.

Nakışında bülbül ötmüyor,

Çiçek açmıyor kumaşların.

Çatlamış arından kanter içinde:

Toprağın derdi büyük,

Başağın yükü ağır

Silah çatmış ifritler harman yerinde;

Kulakları sağır,

                  Gözleri kör.

Görmüyorlar güneşi,

Bu sesi duymuyorlar;

Nankör, nankör insanlar.

Bu ses ki pervaz-pervaz,

Bu ses ki şehir-şehir,

Ve köy köy ve dağ dağ

İnsanın sesidir; insanı arar.

1950 yılında Akıncıoğlu gizli bir parti kurduğu savıyla yargılanır; iki yıl tutuklu kalır. İçerdeyken de şiir üretir. Savunmanı Abdurrahman Altuğ, mahkemede onu şöyle savunur : “ Müvekkilim şairdir. Ama memleket çapında isim yapmış, edebiyat antolojilerine geçmiş bir şairdir. Müvekkilimin Edirne hakkında yazdığı şiir, bugüne kadar  bu belde için yazılmışların en güzelidir. Bursa için yazılan yüzlerce şiirin en güzellerini de müvekkilim yazmıştır. İstanbul ve Kırklareli için de şiirleri vardır. Vatanını ancak üstün bir aşkla sevenler böyle şiirler yazabilir.”

Yalansa, dolansa eğer

Vebali tarihin boynuna olsun.

Vaat ettiği günden bahistir

Konuştuğumuz dil,

Yazdığımız her satır.

Bir umuttur bu,

Veya bir arzu;

Veya canevimizden koparılmış

En aziz, en güzel, en kıymetlimiz.

Onunla biz

Etle tırnak gibiyiz;

Deli-divane babından,

Yoluna adak kişiyiz.

Özgür kaldıktan sonra ekmek parası için avukatlık-savunmanlık eder. Fakat, 1970’e dek sessiz, suskun kalır. 1971’de Yağmur duası, Hasbihal, Hürriyet Kasidesi; 1972’de Uzaktan sevgilerle; 1977’de Mev’ut Gün, Mutluca Şiir yayımlanır.

Asrımızda niceler var:

Kan damlamasa kaleminden şairin

Yazılmadık kalacaktır şarkısı

                          Ve türküsü yakılmadık.

……….

Asrımızda

Geçip yardan, anadan,

Dönüp bir yol arkasına bakmadan

Niceler var:

Yürür dağlar gibi dağda;

Savrulur bir yangın gibi rüzgarda;

Gider yolda ulam ulam;

Akar suda oluk oluk.

Kan gelir gözlerinden,

                         Kan gider dizlerinden.

Hababam Sınıfı yazarı, Cideli ozan öğretmen Rıfat Ilgaz’ı dinleyelim : “ 1940 Kuşağı’nın ünlü şairlerinden Niyazi Akıncıoğlu, yalnız şiirleriyle değil, ipince, upuzun boyu, sarı bıyıklarıyla da gösterişli bir kişiydi. İnce, uzun parmaklarıyla bıyıklarını kıvıra kıvıra, yalnız kendi şiirlerini değil, hocası Şair Orhan Şaik’in  şiirlerini bile okusa sevdirirdi. Gökyay’ın  kağıt kayıklarının kenarlarına  etkili sesiyle “Selam sabah dizdirir”,  bu kağıt kayıklarla enginlerin ötesine doğru çeker giderdi okurken. O gider de biz kalırsak, önce Niyazi’ye “Sitemdi” bu! sen de onun arkasından takılıp gidecektin ister istemez! Nereye dek? Diyelim ki, “Zekatı mey verilen bir diyare dek!”

Gün geldi, vakterişti;

Tebdil oldu yuva, azad oldu kuş.

Üryan oldu, gördük;

Ayan oldu bize hali:

Ağzında zeytin dalı,

Ve unutulmuş belli

Bileklerinde bakla bakla

                               Zincir vebali.

“ Niyazi Akıncıoğlu bu arada, barış içinde yaşamaya en yatkın arkadaşlarımın başında gelirdi. Eli açık mı açıktı. Faruk Toprak’ın insanı deli eden hesaplılığına karşı, Niyazi kuşağımızın en savurgan kişilerindendi. Öğretmen olan babasından para geldi mi, sanatçı dostlarını hemen toplar, gelen paranın tümünü bir gecede harcardı. Böyle gecelerinde Beyoğlu’ndan, yattığı yere, Sirkeci üzerinden Aksaray’a, taksiyle dönmekten çok hoşlansa da sonunda yayan gitmek zorunda kalırdı. Parası oldu mu, hiç gözünün yaşına bakmamak gerekirdi. Nasıl olsa dibine darı ekilecekti. Sen olmamışsın da başkası olmuş ne fark ederdi ki…

Radyoda bir hüzzam şarkı var

Dışarıda sümbül havası

Halbuki şimdi uzak ufuklarda kar yağıyor”

……….

Bir şarkıdır bu

Kalübeladan beri söylenir

Kurtlar dilinde, kuşlar dilinde.

Ben, onunla büyüdüm

                       Onunla yürüdüm

                        Onun için ölebilirim.

………

Bir şarkıdır bu

Kan ve ölümle yazılmış kalplerimize,

                                            Unutulmaz.

Sıvas’ta Madımak yangınında yok edilen yazar, eleştirmen Asım Bezirci’yi dinleyelim : “ Akıncıoğlu –Nazım Hikmet’ten sonra, ama Enver Gökçe ve Ahmed Arif’ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir. Gelgelelim o, bununla yetinmez, sırasında divan şiirinden de yararlanır, fakat ikisini de taklide yeltenmez. Hem divan, hem de halk geleneğinin kimi öğelerini beceriyle kullandığı “Edirne” şiiri buna iyi bir örnektir.”

Bir yerde görürsen ki:

Ağır ve edalı akar,

dal dal söğütleri öperek

samur üç belik gibi

                            Üç koldan sular;

müjdeler olsun efendim:

                           Edirne’desin.

 

Mevsim , fasl-ı bahardır,

gecedir ve mehtap vardır.

Ve sen,

bir kavsi kuzahta yürür gibi

                       Köprülerdesin.

 

Şataraban makamında bir şarkı dudaklarında,

düşünür çözemezsin:

Bu naz-ı istiğna, bu avaz neden:

neden yarı eğilmiş suya dallar?

Öyle ferman etmiş eden

                                  kimseler bilmez.

 

“Gönül bir top ibrişim

sarılsa çözülmez”.

Burada her şey,

bakınır hüsnüne hayran.

Seyreyler cemalini eğilmiş suya

mermer ihtişamında serhad-di vatan.

 

Aşina bir çehre sezer belki diye

devr-i saltanatından Edirne;

bir deste alev güldür, mahzun;

yar elinden düşürülmüş şimdi suda.

 

Ve sular;

şimşir kelamı dilinde

destan okur, okur akar.

Ve bihaber, Yıldırım’da bir evcikte

-          akan sudan, uçan kuştan-

yeşil dut yaprağındaki bir ipek böceği,

kozasını dokur dokur ölür.

 

Uyanır veda etmiş gibi uykuya,

konuşan bir dil olur

çiler uzakta;

bülbül sesi yağmur gibi

Bülbül Adası’nda.

 

Kanadı gümüşlü kuşlar geçer

İki şak bölüp mehtabı;

                           Kıyık’tan uçurulmuş

salınır bahçeler içre kızlar ki;

                              Nazardan kaçırılmış.

Ağzında kan kırmızı can eriği,

mehtapla beraber düşmüş gibi arza;

kızlar ki güzel,

dört başı mamur ve murassa.

Sevdaya tutulmak bile mümkün

                                  Yeni baştan.

 

Neden yarı eğilmiş suya dallar?

Öyle ferman etmiş eden.

Söylemek kolay olsa eski türküsünü:

“Edirne köprüsü taştan

sen çıkardın beni baştan”.

Ayırdın anamdan, hem kardaştan.

1945

………………………………….