Öğretmenimiz Salim Oğuz. Evleri bizim evin aşağısında. Yokuşun, eğimin azaldığı yamaçta. Suyu hoş içimli Başçeşme’ ye yakın. Arada iki üç ev var.
Salim Bey sert bir insan. Yaramazlık yapanlara öyle bir tokat atıyor ki kemikli elleriyle. Görüyorum gün boyu yüzlerinin kızarıklığı geçmiyor yanağına tokat yiyenlerin.
Fakat, öğrenmeğe istekli öğrencilere sevecen davranıyor. Anlıyorum ki, beni izliyor.
Okulda en iyi arkadaşım Yaşar Eryılmaz. Evleri okula yakın.
Yaşar şanslı. Çünkü babaannesi Nazlı Ana okulda hademe gibi görevli.
Yaşar’a, bu arada bize de kol kanat geriyor. İleri sınıftakiler bizi ezip geçemiyor.
Bir gün, dersliğimizin tahta döşemesindeki aralardan kalemimi düşürdüm.
Yakalayamadım, yuvarlandı gitti tıngır mıngır. Bakakaldım.
Yepyeni bir kalemdi. İçim gitti. Ne edip edip bunu geri almalıydım.
Yaşar, üzüldüğümü anladı. Nasıl üzülmeyeyim ki, daha yeni almıştı babam bana onu.
Nevşehir’den alıp getirmişti. Bıçağıyla ucunu açıp sivriltmişti. Kalemtraşla açarken ucu kırılırsa acınıyordum.
İkindin vakti, herkes derslikten çıkıp gitti.
Okul bir anda sessizleşti.
Biz Yaşar’la kaldık.
Nazlı Ana ortalığı süpürmeğe geldi.
Anlattık durumu ona.
Bir yer gösterdi bize döşemede. Dörtgen bir kapak. Onu çekince aşağıya inilebiliyormuş.
Kapağı açtık. İndik. Toz toprak, kağıt kırpıntıları, çuvallar, atık dosyalar, eski kitaplar…
Yürüdükçe pofff pofff toz kalkıyor.
Tavandan sarkan örümcek ağları ağzımıza, burnumuza, kulağımıza giriyor.
Yapıldığı 1934’ten beri her şey burada birikmiş sanki; hiç temizlenmemiş.
İkindin sonrasının aydınlığında, güneş üstteki küçük pencereden içeriye giriyor.
Görüyoruz alacakaranlık da olsa. Yerlere bakıyoruz. Kağıt kırpıntıları, eski plan defterleri, çuval çuval kitapların arasında kırık, tam boylu kalemler var. Kendi kalemimi unutmuşum. Kuru boya dediğimiz al, gökçe kalemler de çıkıyor. Çıkanı üstümüze silip tozunu, cebimize atıyoruz. Önlüğümüz kara idi, bozarmış. Cebimiz dolu. Fakat, ben burada ürperiyorum.
Yaşar anlıyor durumumu.
“ Emrullah ! ” diyor. “ Sınıfta kalanları yazın buraya tıkarlarmış.”
Birden dehşet içinde kalıyorum. Ter boşanıyor her yanımdan.
Herkes Göre’nin o güzel yazında bağlara, bahçelere giderken, demek sınıfta kalanları
burada tutukluyorlar. Kuzu gütmek yok. Çağla yemek yok. Alaca düşmüş üzümleri danelemek yok. Çimmek de yok, öyle mi?
Ne korkunç.
Aşağıdan Niğde şosesinden geçip giden kamyonların homurtuları geliyor.Uğultulu yol…
Yaşar’a diyorum ki:
“ Yaz tatilini burada geçirmek olmaz Yaşar. Çalışıp sınıfımızı geçelim.”
“ Tamam,” diyor o da. “Sınıfta kalmayız canım. Biz çalışganız.”
İşini bitiren Nazlı Ana yukardan bağırıyor:
“ Buldunuz mu galeminiziiii ? Hadi çıkın gayrı ! “
Okulun bir gizini daha çözmüşüz. Kendi kalemlerimizin dışında, başka “ganimet malları” da elde etmişiz. Kazançlıyız. Mutluyuz. Belki,ertesi gün, kalemini yitirenlere dağıtacağız.
Onlar da sevinecekler.
Çıkıyoruz kan ter içinde.
Bir koşu okulun üst yanındaki çeşmeye gidip bol suyla elimizi yüzümüzü yıkıyoruz.
Karalığı gitmiş, bozarmış önlüğümüzü de ıslatıyoruz. Güya temiz oluyor. Gülüşüyoruz.
Şimdi, ne zaman, “ sınıfta kalmak “ sözlerini duysam, o günü düşünür,soğuk soğuk terlerim. Ve Yaşar Eryılmaz arkadaşımı , Nazlı Ana’yı anarım.