SON RESMİ GÖREV

SON RESMİ GÖREV

/M A R D İ N/

Mardin İl Müftüsü Enver Türkmen Bey telefonda: ‘Ahmet Hoca’m, gençlerimiz sizin kitabı okudular. Söyleşi yapmak üzere Mardin’e gelebilir misiniz?’ dedi. Ben de kabul ettim.

Bu davete icabetim aynı zamanda Diyanet’teki son resmi görevim olacaktı. Çünkü altı ocak iki bin yirmi beş tarihinde tekaüt olacağım. Böylece 2024’ün son günü ile 2025’in ilk günü Mezopotamya’nın incisi, dillerin, ırkların ve kültürlerin birleştiği illerimizden Mardin’de olacaktım.

Abbaralar şehri Mardin’e daha önce şehir buluşmaları ve medrese çalışmaları bağlamında birkaç kez gitmiştim. O günlerden birinde, Müftülüğün konferans salonunda gençlere kürsüden hitap eden -o zaman için tanımadığım daha sonra tanıştığım- Mardin Ticaret Müdürü Mustafa Aydın Bey vardı. Okunan kitap üzerinden söyleşi yapıyordu. Okunan kitap, Ziyaüddin Serdar’ın “Septik Bir Müslümanın Yolculuğu CENNET’İ ARAYAN ADAM”ıydı. Gördüğüm manzarada iki güzellik vardı. Birincisi, Müftülüğün böylesi düzeyli bir hizmete öncülük etmesi, ikincisi ise bu denli kaliteli bir kitabın okutulması/okunmasıydı.

Bu işin nasıl olduğunu dönemin müftüsü İsmail Çiçek Bey izah etmişti. Hatta okunan kitapların bir kısmının özetini de göndermişti. Müftülük, kitap belirlemek üzere bir komisyon oluşturmuş. Oluşturulan komisyon, okunacak kitapları belirleyerek temin cihetine gidip gençlere veriyorlar. İstenilen sürede okunan kitap, daha sonra birisinin veya yazarının öncülüğünde etüt ediliyor.

TDV adına Mardin müftülüğünde görev yapan Muhammed Bey de bu işin takibini yapıyor. Sakin yapılı, okuyan, gayretli, fedakâr ve mütevazı Muhammed, sürecin sağlıklı yürümesinde müftü ve diğer personelle birlikte ciddi rolü var. Şimdiye kadar 99 kitap okunmuş. Bu programa katılanlar -mezun olduktan sonra da irtibat kesilmiyor.

Her ne kadar gelen idareciler, sil baştan işe başlasa da burada böyle olmamış. Devlette devamlılık esastır düsturundan hareketle sonraki gelen müftüler bu güzel geleneği devam ettirmişler. Bunun en güzel örneği, gençlerle kitap okuma/okutma işinin devam etmesi.     

Gıyaben de olsa imrenerek bu programı takip ediyordum. Bu yüzden gitmeyi memnuniyetle kabul ettim. Üstüne üstlük bu kez okunan “Nereye Kaçsam?” kitabımdı. Bu yüzden davet ediliyordum.

Nitekim salı günü akşam saat 19’da üniversiteli kardeşlerimle buluştum. Salonda kitap sahibi birisi için fevkalade güzel bir tablo vardı. Format gereği Müftü Bey’in açılış konuşmasının ardından, bir konuşma da ben yaptım. Bilahare sorulara cevap verdim.

Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Gençler fevkalade güzeller. Tebrik ediyorum. Kitabı da gayet güzel güzel okumuşlar.

Sanırım nezaketlerinden veya zamanın geçmesinden olacak ki bazı gençler hazırladıkları sualleri soramadıklarını ifade ettiler. Bazı sualleriyle beni zorda bırakmadılar da değil…

Ardından imza ve fotoğraf faslına geçildi. İnsanın yazdığının karşılık görmesinden daha güzel bir şey yoktur. Gençlerimize güvenmeliyiz. Hayata ve gençlerimize güvenen birsi olarak müşahedelerim beni yanıltmadı. 

Yazanın hiçbir yazısı/hiçbir kitabı bir diğerinden iyi veya kötü değildir. Zira her birisi emek ürünü, göz nurudur. Ne var ki bazı yazısını veya kitabını bir diğerine göre önceleyebilir.

Sorulanların yanı sıra; birilerini ötekileştirmemek, ölçülü davranmak hususundaki Diş ve Leş,

27 yıl dört duvar arasında, zindanda kalmasına rağmen devlet başkanı seçildikten sonra kendilerine kötülük yapanları dahi affedebilen, hoş gören Mandela ve Rugby (Toplumsal Uzlaşma),

Ülkelerini istila eden, her türlü haksız ve hukuksuz davranışlarıyla hayatı zindana çeviren İngilizleri, bir oyun üzerinden hem de hiç kimseyi ötekileştirmeden bir araya getiren, böylece kibirli İngilizleri topraklarından nasıl kovduklarını anlatan Kriket Oyunu (Dayanışma Örneği),

Zorda ve darda kalan birisine yardım etmek için kendi hayatını tehlikeye atan, mahalle terzisinin hikâyesinin anlatıldığı Vakitsiz Ezan,

Mitolojik bir olay üzerinden hiçbir şeyin gizli kalamayacağının, er veya geç sırrın ortaya çıkışının anlatıldığı Midas’ın Kulakları,

Sorumlu ve liyakatli bir imamın nasıl hareket etmesi gerektiğinin anlatıldığı İmam Kardeşime vs. makalelerinin de sorulmasını isterdim. Biliyorum ki bunları ve daha fazlasını soracaklardı. Ne var ki zaman çok geç olmuştu…

Kitap ve söyleşisini geride bırakarak, vaktim sınırlı olsa da medeniyetler şehri Mardin’e gelip te bazı tarihi mekanları görmemek olmazdı.  

Ertesi gün sabah namazı için şehrin merkez camilerinden birine gittik. Namaz öncesi okunan Kur’an, namaz sonrası yapılan tesbihatın ardından Müftü Bey ve ben kısa birer konuşma yaptık. Sıraya girip bardakta ikram edilen çorbamızı içtikten sonra İslam medeniyetinin medar-ı iftiharlarından Kasımiye Medresesi’ni, Ortodoks Süryanilere ait Deyrulzafaran Manastırı’nı ve Ulu Cami’yi ziyaret etmek için hareket ettik.

Kasımiye Medresesi, Artuklu sultanı Kasım tarafından yapıldı. Dönemin en iyi eğitiminin verildiği medreselerden biridir. İçinde akan su metaforu, dünya-ahiret dengesini anlatması açısından fevkalade güzel. Aynı medresede ilk dönem teknolojik buluşlarıyla insanlığa çok büyük hizmetlerde bulunan Cezeri’ye ait objelerin bulunması ve kardeşi tarafından öldürülen Sultan Kasım’ın sıçrayan kanın hâlâ duvarda olması oldukça dikkat çekici... 

Deyrulzafaran Manastırı, sanırım sadece Mardin değil, belki de Türkiye’deki en eski mabetlerden biridir. Manastırı gezerken Ahmet Tezcan’ın Abbara romanı aklıma geldi. Bahsi geçen kitapta, İslam’ın ilk yıllarında (639’da Hz. Ömer zamanında) Hristiyanlardan alınmış olan Mardin’deki hemen bütün kiliseler dururken Abbasilere bağlı Ağlebiler tarafından 902’de fethedilen Sicilya’nın başkenti Palermo’daki yüz elli camiden hiçbirinin kalmadığından bahseder...

Manastır oldukça geniş bir arazi üzerine kurulmuş. MÖ iki bin yıllarında pagan inancına da ev sahipliği yapan, günümüze gelindiğinde değişik dönemlerde yapılan üç ayrı mabetle, Mardin’in olduğu kadar bölgenin en eski yapıtlarından olan mabet, aynı zamanda Ortodoks Süryaniliğinin de en önemli merkezlerindendir.

Manastırı gezdiren Midyatlı rehber, Süryaniliğin merkezinin önce Hatay, sonra Mardin şimdi ise Şam’da olduğunu söyledi. Suriye’deki karışıklıktan dolayı patriğin henüz Şam’a gelmediğini, hâlâ İsviçre’de yaşadığını söyledi.

Konu Suriye/Şam’a gelince Suriye’de gerçekleşen inkılap hakkında ne düşündüğünü sordum. “…endişeliyiz…” dedi.

Duydukları kaygı üzerine; mademki üzerinizde sosyal baskı olduğunu söylüyorsunuz, mademki dünya Süryani patriğinin Şam’a gelemediğini söylüyorsunuz niçin dinî merkezinizi Hristiyan bir ülkeye değil de Hatay’dan Mardin’e, Mardin’den Şam’a taşıdınız? Bu suale cevap vermekten ziyade yüzüme bakmakla yetindi.

Her neyse bu konuyu başka bir bahara bırakarak bizi kadim Mardin’in otantik -eski- PTT binasında bekleyen Mustafa Aydın Bey’in yanına gitmek üzere hareket ettik. Üniversitenin uhdesinde bulunan taş bina, henüz içeri girerken estetik ve güzel yapısıyla insana huzur veriyor. Artuklu Üniversitesi adına görevli iki hanımefendiyle birlikte çay ve kahve eşliğinde dinler tarihi bağlamında harika bir sohbet yaptık. Sohbetin sıcaklığından olacak ki Ulu Cami’de bizleri bekleyen dostlarımızı az da olsa beklettik!

Ulu Cami, Artuklular zamanında yapıldı. Caminin kendisi kadar minaresi de muhteşem. İki minareden birisi maalesef yıkılmış. Yıkılması ya Moğollar tarafından ya da deprem sonucu olduğu söylenmektedir. Bir daha yapılmamış. Günümüzde tek minaresi var.

Bir tarihçinin; “Balkanlar’da Osmanlıya ait yapıların %99’unun yıkılmasına rağmen geride kalan %1 bir dahi o toprakların Osmanlı beldesi olduğunu ispata yetiyor.” dediği gibi geride kalan tek minare de ceddimizin muhteşemliğini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Cami ve minarenin mevcut hâli, II. Abdülhamit zamanında -aslına uygun- olarak restore edilmiş.

Görevli bir arkadaş, minare üzerindeki yazı ve motiflerinin felsefesini şöyle açıkladı: “Minarenin en altında kelime-i tevhit, onun üstünde Âyetü’l-Kürsî, onun üzerindeki damla şeklindeki motiflerde Allah, Muhammed’le birlikte dört büyük halifenin ismi yazılı, onun üstünde bulunan sekiz kapının ise cennetin sekiz kapısını simgelediğini söyledi. Her kim ki kelime-i tevhidi getirir, Allah’ın yüceliğini kabul eder, Allah’a, Resûlüne inanır, Hulefâ-yi Râşidîn gibi yaşarsa cennetin sekiz kapısından girmeyi hak eder.” dedi.

Yaptıran bu açıklamanın aynısını mı, daha fazlasını mı düşündü bilemiyorum. Ama izahat çok hoşuma gitti. Minaredeki bir diğer farklılık da minarenin cami avlusuna bakan kısmında ibadete teşviki, ahireti hatırlatan ayet ve hadisler, çarşıya bakan kısmında ise ticaretle ilgili ayet ve hadislerin yazılmış olmasıdır. Ecdadımızın din ile hayatın, dünya ile ahiretin ayrılmazlığını nasıl gergef gibi ördüğünü gördüm.

Mardin’den ayrılma zamanımız geldi. Saat 02.45 gibi karayoluyla Diyarbakır’a hareket ettik. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından bizleri bekleyen Diyarbakır müftümüz Celal Büyük’ ün belirlediği adreste buluştuk. Müftü yardımcılarımız, Kur’an kursu hocalarımızla birlikte hareket edeceğimiz 21.15’e kadar çok güzel muhabbet ettik.  

Bundan kırk yıl önce başladığım Van Erciş’teki resmî görevim, Mardin buluşmam ve Diyarbakır görüşmemle nihayete ermiş oldu.

Kırk yılı aşkın bir süredir yaptığım devlet görevimi, sağlık sıhhat içerisinde tamamlamayı bana bahşeden Yüce Rabbime sonsuz hamd ediyorum. Ahmet Belada