​​​​​​​ÜSKÜDARLI  SELİM  ÖĞRETMEN

ÜSKÜDARLI  SELİM  ÖĞRETMEN

‘’ Kuyrukludağ kömürü diyorsun mektubunda. Ben, biliyorsun,  maden mühendisiyim. Yıllarca Soma’da, Zonguldak, Kozlu, Kilimli, Ereğli’de çalıştım. Merakımı mucip oldu. Bu nasıl kömürdür? Gelirken örnek olarak bir parça getir, unutma ha ! ‘’

…………………………….

Üsküdarlı Selim varsıl aile çocuğu , askerliği aradan çıkarmak için döndü ülkeye. Fransa’da yaşıyordu..

1960 yılında 27 Mayıs dönemi yaşanıyordu. MBK ilk iş olarak yedeksubaylığı ele aldı. 1950-60 arasında çok sayıda lise, erkek sanat enstitüsü açılmış, binlerce mezun ortaya çıkmıştı. Artık ‘’ihtiyaç fazlası’’ idi yedek subaylar.

Milli Eğitim Bakanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı bir protokol imzaladı.

Bundan sonra lise, erkek sanat enstitüsü çıkışlılar ‘’Yedeksubay Öğretmen’’ statüsüyle askerlik hizmetini tamamlamış olacaklardı.

Üsküdarlı Selim bir Fransız Lisesi’ni bitirmişti. Her yıl ya Paris’e ya Marsilya’ya giderdi.

Üsküdar’ın doğusuna ilk kez geçiyordu.

Kura çekti Selim  : Görev yapacağı okul Aksaray İlçesi’nin  Ağmezar köyündeydi.

Sitroen Dö Şövo’suna bindi. Bolu, Ankara, Şereflikoçhisar üzerinden Aksaray’a ulaştı. Köyü, görev yapacağı okulunu merak ediyordu. Yollar toz toprak. Kız gibi Fransız arabasına acıdı. Yol kıyılarındaki çalılar boyasını çizdi; içi gitti.

Ağmezar Muhtarı’nın evini gösterdiler.

Çocuklar, Selim’i önce turist sandılar. Ihlara Vadisi’ni, kaya oyma kiliseleri görmeğe gelen turistler vardı. Sonra, onun öğretmen olduğunu öğrendiler.

Köyün yerlisi bir öğretmen vardı. Oruç Bey. Ona haber verildi. Geldi. Tanıştılar. Oruç Bey, artık yalnız kalmayacaktı, sınıfları bölüşecek bir meslekdaşı gelmişti. Mutlu oldu.

Akşam oldu. Muhtar, konuğuna ilgi gösterdi. Yemek hazırlandı. Oturdular yer sofrasına. Ertesi gün açılacak okulda okuyacak öğrencilerden biri de Muhtarın  kızı Fadime…

İlk kez ondan duydu ‘’ Öğretmenim,’’ seslenişini. İçi bir ‘’tuhaf’’ oldu. Gözleri yaşardı.

Herkes bağdaş kurup  oturmuştu. Selim bir türlü beceremedi. Hareketsizlikten bacaklarına kramp girmiş gibiydi. Zorla da olsa bir biçimde uzanırcasına oturdu.

Fadime herkesin önüne sarımsı renkli peçeteler koydu.

Selim Bey açtı peçeteyi. Nasıl bir şey bu ? Yer yer yırtıldı…

Etli bulgur pilavının yanında yiyecekleri ekmekti, yufkaydı bu peçeteler…

Fadime, eliyle ağzını kapayarak güldü, öğretmeni görmesin diye dışarı kaçtı.

………………

Liseden sonra İTÜ Maden Fakültesi’ni bitiren arkadaşı Metin’ e mektup yazdı. Köy yaşamıyla ilgili bilgi verdi. Muhtarın evinde avlunun bir ucundaki konuk odası ona ‘‘ lojman ’’ olmuştu. Her gün, çuval çuval satın aldığı Kuyrukludağ kömürü yaktığını, sobanın iyi sıcaklık verdiğini, onun ısıttığı suyla çay demlediğini …

İstanbul’dan gelirken kitaplar, fotoğraf makinası, Fransızca dergiler, transistörlü radyo, makaralı ses kayıt aygıtı getirmişti. 1.5 günlük tatilde muhtarı, Oruç’u alıp çevreye, Ihlara Suyu kıyılarına gidiyorlardı. Giderek alıştı yöreye, sevmeğe başladı Üsküdarlı Selim. Uyumlu, mizaha düşkün, ‘’muzip’’ti.

Elbet özlüyordu Fransa’yı, kız arkadaşı Rose’u.

Burası Anadolu’nun ortasıydı. Bir arkadaşı İsviçre’den gelmişti; yedeksubay öğretmenliğini Erzincan’ın bir köyünde yürütüyordu. Yazdığı mektupta zor dayandığını anlatıyordu.

Maden mühendisi arkadaşı Metin’in mektubuna karşılık verdi.

‘’ Tamam, yarıyıl tatilinde buluşuruz. Örnek kömür getireceğim sana.’’

………………….

Selim öğrencilerin karnelerini dağıttı. Eve geldi, bavulunu hazırladı , uğurlamak için gelen Oruç’la vedalaştı, Muhtar ile kucaklaştı, Fadime’ye bir kutu lokum armağan etti. Atladığı gibi arabasına, Üsküdar’ın yolunu tuttu. Ertesi gün ulaştı oraya. Gece Bolu Dağı’nda bir motelde kalmıştı.

Arkadaşı Metin evde yoktu. Trakya Saray Linyit İşletmesi’ne gitmiş. Metin’in annesi, sevinçle karşıladı; kucakladı, öptü. Kahve hazırlamak için mutfağa geçince, Selim hemen otomobilinden alıp çıkardığı küçük çantasını açtı. Bir gazeteye sarılmış, kurumuş , yer yer parçaları dökülen şeyi salondaki pahalı, en gösterişli kristal vazonun üstüne yerleştirdi. Önceden yazdığı küçük kağıdı da üstüne koydu:

’ Kuyrukludağ’ın kömürü bu işte.’’

Bu, bir kurumuş camız dışkısı, bir tezek idi.

Metin’in annesi kahveyi getirmişti, bir anlam veremedi kırıntılara, bakakaldı…

…………………..