KOZAKLI HAMAMINDAN İNSAN MANZARALARI
Kozaklı’ya ilk gidişimi hatırlıyorum.
Rahmetli babaannemin elinden sıkıca tutmuş bir ilkokul çocuğuydum. Bir hafta boyunca yiyeceğimiz erzakları da yanımızda getirdiğimiz, içerisinde genişçe, üzerine fayans döşenmiş betonarme setten ibaret iptidai bir küvetin bulunduğu güneş almayan iki odalı bir daire; babaannemle beraber gelmiş diğer orta yaş üzeri teyzelerle paylaşılıyordu. Küvete doldurulup soğuması beklenen o sarımtırak suda sırayla yunan teyzeler; belki bütün yılın yorgunluğunu atmayı, belki eklem ve omuz ağrılarından bir süreliğine de olsa kurtulmayı istiyorlardı. Birbirlerine “suyun şifalı olsun” derken takındıkları ciddi tavırdan, bunun alelade bir yıkanma değil esaslı bir tedavi olduğunu da çocuk aklımla gözlemlediğimi hatırlıyorum.
Aradan geçen yıllar, Kozaklı’daki hamam keyfini salaş evlerde, umumiyetle yaşlı teyzeler tarafından uygulanan bir geleneksel tedavi yöntemi olmaktan çıkardı. Kuşkusuz kaplıca tedavisi almak isteyen yakın uzak yerlerden bu ilçeye gelen kimselerin bütçesine göre tercih edeceği benzer evler hâlen bulunmaktadır. Ancak artık genel temayül; sabah kahvaltısı ve akşam yemeğinin ücrete dâhil olduğu, bayan erkek ayrı havuzların ve aile banyolarının bulunduğu, termal suyun dışında içme suyuyla doldurulmuş kaydıraklı yüzme havuzlarıyla renklendirilmiş otellerde kaplıca şifasını aramak yönünde.
Zaman zaman yoğun çalışma programının getirdiği yorgunluğu atmak için çocuklarla Kozaklı termal otellerinden birinde birkaç gün kaçamak yapmak hepimiz için son derece keyifli bir hafta sonu dinlencesi. Benim açımdan ise Kozaklı; termal suda şifa aramanın yanında, otellerdeki ortak mekânlarda tanışıp sohbet etme imkânı bulduğum insanlar bakımından ayrıca kıymetli.
Muhafazakâr orta sınıfın son on beş- yirmi yılda toplumda daha görünür olmasına paralel, tıpkı kılık kıyafette dini değerlerin modernle sentezlenmesiyle ortaya çıkan yeni giyinme biçimleri gibi, muhafazakar sınıfa hitap eden termal otellerin de, gelenekselle modernin bir terkibi olarak eğlence ve rekreasyon alanında da yeni bir sentez olduğunu ve bu biçimleriyle bir sosyolojik ihtiyaca cevap verdiklerini söylemek yanlış olmaz.
Birkaç günlük bu tatilde Türkiye’nin pek çok yerinden gelmiş çeşitli insanlarla muhabbet etme imkânı buldum. Bunlardan çok ilgimi çeken birkaçını sizinle paylaşmayı istiyorum.
Antepli Cuma amca 64 yaşında; 20 yıl hamallık ve fabrika işçiliği yaptıktan sonra bir gün elini açıp Allah’a yalvarıyor. Allah’ım bana da fabrika ver, ev ver, para ver diye dua ediyor. Şu an 160 kişi çalışan bir fabrikanın sahibi. Beş kızı, iki oğlu var. 103 yaşındaki annesiyle aynı evde altlı üstlü yaşıyor. “Her gün işe giderken muhakkak elini öpüp duasını alırım.” diyor. “Ben okul görmedim, tahsilim yok ama Cenab-ı Allah bana ne istediysem on katını verdi, oğlum. Yeter ki sen isteyeceğin yeri bil.” en aklımda kalan sözleri. “Şu an hiç çalışmasam ayda 50 bin lira kira gelirim var; ama ben sabah namazından sonra yatmam; en geç saat 7’de işimin başındayım.” dediğinde; Cuma amcanın kavli duayı nasıl fiili duayla birleştirdiğini de anlıyorum.
Kayserili Bekir Sami abi Hava İkmal’de çalışıyor. “Senin cenazen Cami-i Kebir’den mi kalkacak yoksa Hunat’tan mı, abi?” diye Kayserinin yerlisi olup olmadığını öğrenmek için kışkırtıcı bir soru soruyorum. Kayseri’deki düşük yoğunluklu “yerli/ köylü” çatışması üzerine uzun bir sohbet yapıyoruz. Kendisinin Yesi’li yani köyden olduğunu ama yerlilerin geleneklerine kendilerinden çok daha bağlı olduklarını imrenerek anlatıyor. Sami abiye göre; Kayseri’nin yerlileri birbirlerini koruyup kolluyorlar. Uzak akraba olsalar da bağlantılı oldukları bir kimseyi asla yalnız bırakmıyorlar. Kayseri’nin yerlisi olup bayram sabahı babanın evinde kahvaltı yapmayan kimse yoktur. Gelin de oğlan da bu geleneğin ne derece sıkı olduğunu bilip adımını ona göre atıyor. Durumu iyi olmayan kardeşi, eğer diğer kardeşler daha iyi durumdaysa mutlaka kendilerine yaklaştırmak için gayret gösteriyorlar. Bekir Sami abi, “Ben alamadım ama oğlanları Kayseri’nin yerlisiyle evermeyi isterim, gerçi onlar bize kız vermez ama…” diyor, şakayla. Bazen de çocuklarını bir Japon’la evlenmeye teşvik ettiğini söylüyor; iki elini önde birleştirip hafif öne eğilerek Japon selamını taklit ediyor ve biz de artık böyle her dediğine tamam diyecek gelin kalmadı, diyor; gülerek. Ondan da akrabalık ilişkilerine gösterilmesi gereken önemi, aile ilişkilerinde mizahın yerini, bir daha öğreniyorum.
Yemekte tanıştığımız bir başka Kayserili amcaya 65 yaşında olduğunu söyleyince; “Hala delikanlı gibisin amca, maşallah.” diyorum. “Tabii yeğenim.” diyor, “Daha benim kazanacağım paraların, ağacı dikilmedi.”
Havuzda tanıştığımız Malatyalı Ahmet abi araştırma hastanesinde çalışıyor. Malatya üniversitesinin eski rektörü zamanında Hurşit Tolon Paşa’nın çok defalar Malatya’ya geldiğini, eski rektörle gece yarılarına kadar beraber içtiklerini ondan öğreniyorum. “Şimdi şaka gibi gelse de milletin anasını ağlattı.” dediği eski rektör için “Hakkını yemeyelim hastaneyi 150 yataktan 1200 yatağa çıkaran da oydu.” diyor. Her kötüde görülebilecek iyi şeylerin olduğunu o an hissediyorum; tıpkı her iyide bir parça kötüyü de görebileceğimiz gibi…
Pek çok farklı şehir, pek çok farklı insan… Bir sosyal bilimci için bulunmayacak bir gözlem sahası… Boncuk gibi dizildiğimiz Fin hamamında, birbirini tanımayan koca koca adamlar; kırk yıllık dostlarmış gibi beraber Yozgat Sürmelisi’ni okuyup, Neşet Baba’dan takılıyoruz. O an orada bulunan herkesin halis niyetinden ve samimiyetinden o kadar eminim ki…
Ne diyeyim… Ben bu memleketi işte bu yüzden seviyorum.