Ben çocukken TRT’de Pazar günleri, “Pazar Stüdyosu” diye bir eğlence programı vardı. Cenk Koray rahmetlinin “Tele Kutu”suyla hatırlayacağınız bu programda bazı haftalar bir darbukacı adam çıkardı. Adını şimdi pek hatırlayamıyorum… Büyük bir iştahla darbuka solosu yapar, ağır perküsyon namelerinden hızlı ritimlere bir solukta varır, insanın dikkatini başka tarafa yönlendirmesine imkan tanımayacak bir üslupta sanatını icra ettikten sonra hızını alamaz darbukasını tekmeyle patlatırdı.

Gecenin saat birinde çalışma odamda kitap yazmaya çalışırken aklıma bu adam birden geliverdi. Köşe yazmaktan uzun süredir ayrı kaldığım ve tekrar sizlerle buluşmak istediğim bir hengâmda ben de size bu adamı yazmak istedim.

Kırılan darbuka neyi temsil ederdi? Albert Camus’nun Yabancı romanında katilin gözünü alan güneş ışığından dolayı roman kahramanının bir cinayete kurban gitmesi ne kadar anlamlıydı? Ecdadımız en güzel hatla tezyin edip neden “hiç” ibaresini misafir odalarının baş sedirine asmışlardı?

Kıymetli okuyucu, bugünlerde yazılan en güzel şiirin bazen boş bir sayfadan daha kıymetsiz olabileceğini ya da o boş sayfanın o manalı şiirden daha çok şey anlatabileceğini hissediyorum. En güzel ritimden daha güzelinin kırık bir saz olabildiğini, her şeyi dolu dolu yaşayabilecek donanım ve imkânlara sahip birinin hiç sebepsiz yere ölüverirken aslında hayata ilişkin en güçlü mesajı bıraktığını düşünüyorum.

Serveti Fünun münevverleri gibi Yeni Zellanda’da bir çiftlik kurmak ve mutluluğu memleketimin dışında bir yerlerde aramak hayalim yok elbette. Ama ülkem adına son günlerde yaşadığımız her şey nedense hem siyasete duyduğum alakayı törpülemekte hem de bir hiçlik hissiyatında apolitik mülahazalara sefer edecek limanlar aramaktayım.

Mesela, Erdal Erzincan gibi şelpe atmayı hayalliyorum bazen. “Seversen Ali’yi değme yarama…” diyerek. Kimseyi kırmama hali artık fıtratına işlemiş abasız postsuz bir derviş oluversem diyorum bazen. Bazen hiiiç konuşmasam; ama susarak konuştuğumdan daha çok şey anlatabilmeyi başarmış olsam diyorum. Hakkımın yenilmesine sadece “bir imtihan” gözüyle bakabilsem yiyenlere hiç kızmadan… Hatta sevsem düşmanımı, candan…. Gülümseyebilsem celladıma samimiyetle…

Evlatlarım geliyor gözümün önüne; ailem, köyüm, memleketim… Sonra tanıdığım oturup konuştuğum çeşit çeşit insanlar dünyanın her yerinden… Selanikteki bir Rum’u, Üsküp’teki Arnavut’u, Tahran’daki Tat’ı, Mali’deki Toureg’i, Amerika’daki her milletten renkten çeşit çeşit insanları geçiriyorum gözümün önünden. Gezdiğim şehirler, izlediğim filmler geçiyor zihnimden… Zihnimdeki hiçlik hissiyatına bunlar üzerinden bir çare arıyorum…

İnsan ne kadar aciz… Ne kadar da muhtaç elde etmesi kendi elinde olmayan şeylere.. Sağlığa mesela, sevilmeye sonra ve paraya… Hatta imana… Ölüm döşeğinde kendisini ziyaret eden Kadir Mısıroğlu’na ne demişti Hüseyin Nihal Atsız: “Sana öyle imreniyorum ki… Ben çabalıyorum, uğraşıyorum ama inanamıyorum…”. “Men yehdillahi mudilleleh ve men yudlil fela hadiyeleh” sırrınca müsaade olmadan dayak bile yenemeyeceğini düşünüp rahatlıyorum, sonra…

En koyu hüzünden en kıvrak neşeye atlaması sadece bir an süren zor anlaşılır tavırlara, ifratla tefrit arası bir saat sarkacı gibi gidip gelmenin de asaletli yanlarına da selam duruyorum. Bu bir naneye yaramayan dünyayı, bütün cehaletimle kucaklayıp hiç bırakmayasım geliyor sonra.

“Yav hocam! Allah aşkına neyin kafasını yaşıyon, bizi de daralttın burda!” diyen okuyucu… Kardeş dur hele, “Hocam, yeniden hoş geldin!” de… Yazarız elbet, senin de şöyle keyifle okuyup satır aralarında hayatın sırrını bulacağın sansasyonel yazılar, siyasi analizler, mizah dolu keyif terennümleri…

Sen hele bir Hoş geldin J de. Gülümseyerek…