Uzunca bir süreden beri başkanlık sistemine geçme tartışmaları yaşanıyor. Fakat mevcut sistemimizin yaşadığı dönüşümler de yeterince bilinmiyor gibidir. Bazı ara dönemleri hesaba katmazsak, Türkiye’nin parlamenter sistem ile tanışması 1876 yılına rastlar. 1876 yılından 1918 yılına kadar Türkiye, monarşik bir parlamenter sistem ile yönetildi diyebiliriz. Dünyadaki bütün parlamenter sistemlerin en tipik özelliği yürütmenin iki başlı olmasıdır. Monarşik parlamenter sistemlerde iki başlılık şöyledir: Yürütmenin bir kanadında soydan gelen kral, şah, padişah gibi devlet başkanları; yürütmenin diğer kanadında ise başbakan ve hükümeti bulunur. İki başlılıkta hangisinin daha aktif, hangisinin sembolik olacağı ülkeden ülkeye veya şartlara göre değişir.
Türkiye’de 1919 ile 1923 yılları arasında ise parlamenter sisteme tam benzemeyen bir ara dönem yaşandı: Bunun tarifi, Meclis hükümet sistemidir. Meclis hükümet sisteminde, meclis başkanı aynı zamanda devlet başkanı konumundadır. Bu yıllar olağanüstü öneme sahip ve Kurtuluş Savaşı’nın olduğu yıllardı.
Parlamenter sistemimizde asıl dönüşüm 1923 sonrasıdır. Cumhuriyetin ilanı ve Atatürk’ün cumhurbaşkanı olması ile cumhuriyetçi parlamenter sisteme geçildi. Cumhuriyetçi parlamenter sistemin monarşik parlamenter sistemden farkı, cumhurbaşkanının ya da devlet başkanının seçimle gelmiş olmasıdır. Burada da yürütmenin iki başlılığı bulunuyor. Yürütmenin bir kanadı seçimle gelmiş cumhurbaşkanı, diğer kanadı seçimle gelmiş başbakandır. Yine yürütme gücünün hangi tarafta toplanacağı şartlara ve ülkelere göre değişir.
1923-50 arasında, yürütme gücünün cumhurbaşkanında daha çok toplandığı görülür. Hem Atatürk’ün hem İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dönemi böyledir.
1950-60 Demokrat Parti’nin iktidar olduğu yıllardır. Adnan Menderes, başbakan olarak güçlü görünse de Celal Bayar’da güçlü cumhurbaşkanıdır. Celal Bayar, Demokrat Partinin kurucusudur ve partili cumhurbaşkanı olarak kaldı. Celal Bayar’ın Adnan Menderes için ‘Başvekilim Adnan Bey’ diye hitap etmesi gücünü göstermesi açısından önemlidir. Celal Bayar’ın güçlü cumhurbaşkanlığı konumu Demokrat Parti’ye ne kazandırdığı tartışılabilir. Fakat, Demokrat Partinin muhalefetteki CHP ile sertleşmesine ortam hazırladığı biliniyor. Hatta başbakan Adnan Menderes ile zaman zaman fikir ayrılıkları ve kırgınlık yaşadığı da bilinmektedir.
1960 sonrası iki başlılıkta yetki ve sorumluluk paylaşımı değişti tabi ki. 1961 Anayasası, başbakanlara asıl yetki ve sorumluluk yüklerken; cumhurbaşkanını sembolikleştirdi. 1980 yılına kadar devlet yönetiminde başbakanların cumhurbaşkanlarına göre daha güç sahibi olduğu görülür. Dünyada kabul görmüş klasik parlamenter sistemler genellikle böyledir.
1982 Anayasası ise durumu biraz tersine çevirdi. Cumhurbaşkanının yetkilerini artırırken aynı zamanda sorumsuz kanadı yaptı. Başlangıçta bu düzenleme bir kriz yaratmamış olsa da, Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olmasıyla ortaya çıkmaya başladı. Tek başına iktidarda bulunan partisinin milletvekilleri oylarıyla cumhurbaşkanı olmuştu. Partisinin kurucusu, eski genel başkanıydı. Geride bıraktığı hükümeti yönlendirici çabaları olacağı işaretini de veriyordu. İşin esasına bakılırsa bütün parlamenter sistemler krize daha yatkın sistemlerdir. Bütün dünyada bazı istisnalar hariç hep böyledir.
Özal sonrası ve şimdiki süreçte görüntüler de o dönemlere fazlasıyla benzemektedir. Çünkü milletvekilleri oyları yerine halkın oy çoğunluğu ile cumhurbaşkanını seçen anayasal düzenleme yürütmedeki gücünü pekiştiriyor. Peki bütün bu dönüşümler neticesinde Türkiye’nin sistemini nasıl tanımlayabiliriz? Klasik parlamenter sistem tipinden uzaklaştığı kesin gibidir. Fakat, bir tarif yapacak olursak; “cumhurbaşkanlığı güçlendirilmiş parlamenter sistem tipi” denebilir. Ya da partili cumhurbaşkanlığına yakınlaşmış parlamenter sistem de denebilir.