Yarım Somun
 
“ Okuldan çıktığımızda hava kararmıştı.
Öğleyin de bir şey yemediğim için açlık dayanılır gibi değildi.
Çarşıda bir fırından yarım ekmek almak istedim.
Cebimde 15 kuruş vardı ve bu para yetiyordu.
Büyük Sinema’nın yanındaki fırından sıcak ekmek kokuları caddeye yayılıyordu.
Buranın ekmeği Nevşehir’de yeğleniyordu.
 
Parayı hazırladım.
Üstü kızarmış ekmeklere baktıkça iştahım kabarıyordu.
Katık olmasa da olurdu. Sıcak ekmek açlığımı bastıracaktı.
 
Şehirlinin Hacı Amca dediği fırın sahibi   satış yapıyordu.
Bana ters ters baktı.
Yaptığı ekmekler sıcaktı; ama yüzünde en küçük bir sevgi,sıcaklık yoktu.
 
Yarım somun istiyorum ! “ dedim.
Fırıncılar yarım ekmek satmayı sevmezler. Bunu biliyordum.
Çünkü, diger parça satılmayabilirdi. Kalan bayatlardı.
Fırıncı isteksiz isteksiz bıçağı aldı. Somunu kesti.
Fakat, dikkat ettim, parçalar birbirine eşit değildi.
Açlığın da etkisiyle, hiç yapmadığım bir şeyi o zaman yaptım.
Gözüme büyükçe olan parçayı kestirdim; elimi uzattım, aldım.”
Hacı Amca kızgın, bağırdı. Sakalının ağarmış kılları titriyordu.
Hem yarım ekmek istersin, hem parçanın böyüğünü alırsın !”
Ben karşılık vermedim.
Ekmeğin sıcaklığını avucumda duyumsuyordum ya.
Yeterdi.
 
Akşamın serinliğinde, karanlıkta Göre yoluna vurdum.
Sıcak somunu yerken, fırıncının tavrını düşünüyordum.
Hacı Amcanın ekmeği, tam ortadan ikiye bölmesi gerekmiyor muydu?
Demek ki, Kudüs, Mekke, hac  insanı değiştiremiyordu.
Önemli olan insanın içindeki cevherdi; hak, adalet duygusuydu.
Bunları düşüne düşüne  elli  dakika yürüyüp Göre’ye, evimize geldim.”
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ARZI HOCA
 
“ Eskiden ilkokulu bitirirken, her dersin sınavına girerdik.
Birer gün arayla 10 gün kadar sürerdi.
Mayıs ayının o güzel günlerinde, o çocuklukta bunaltı yaratırdı.
Fakat, iyimserdik.
Güzel günleri düşünerek ders çalışır; sözlü sınavları birer birer verirdik.
Resim dersinin sınavı çizimliydi.
Müzik dersinin sınavında türkü söyletirlerdi.
Bizi yalnız 5. sınıftaki öğretmenimiz değil, okulun bütün öğretmenleri sorgulardı.
Bunlara “ mümeyyiz “ denirdi.
 
Birer birer verdim tüm dersleri.
Sevinçliydim. Öğretmenlerin bakışlarından anlıyordum ki, başarıyordum.
Son sınav Din Bilgisi dersinindi. Nedense içimde bir sıkıntı vardı.
Kendi öğretmenimiz Hazreti Muhammed’i sordu. Anlattım.
Digerleri bazı tarihleri sordular islamiyetin doğuşu,yayılışı ile ilgili. Söyledim.
Damdan düşer gibi bir soru geldi:
Arzı Hoca’nın adı nedir ?”
Arzı Hoca, yaz kış hep kara cübbeli, iri yapılı bir adamdı.
Derin bilgili olduğu, nefesinin keskinliği söylenirdi.
                                 Tüm havalide yaygın bir ünü vardı.
                                          Fakat, kimse adını bilmezdi.
                                                     Ben de bilmiyordum.
                                                                “Tamam, çık !” dediler.
 
Çıktım. O gün akşam, herkes ilkokulu bitirdiğini öğrenmişti.
Fakat ben Göre İlkokulu’nu bitirememiştim. Beşinci sınıfı ertesi yıl yeniden okuyacaktım.
Kolay mı? Arzı Hoca’nın adını bilememiştim. Ne demekti bu? Nasıl bilemezdim.
Elbet, bilemeyince işte böyle, herkesin 5 yıl okuduğu okulu sen 6 yıl okursun.
Herkese iyilik yapan Arzı Hoca’nın bana böyle bir zararı dokunmuştu.”
 
 
 
 
 
 
 
 
HURMA ve MERMİ
 
 
Bekir ağa dini vecibeleri yerine getiren bir adam değildi.
Fakat, namaz kılmasa da, ramazanda 4-5 gün kadar oruç tutsa da inançlı bir müslümandı.
Yaşı 50 oldu.
Yaşamı boyunca zenginlere imrendi. Onları kıskandı.
Şehre gittikçe, ticarethanelerdeki zenginlerle konuştukça anladı ki, zengin olmanın yolu dindarlıktan geçer.
Kararını verdi. Hacca gidecekti.
Almanya’da akrabaları, yeğenleri vardı. Onlar gelince biraz DM ( Doyçe Mark ) borç aldı. Buğday sattı. Parayı denkleştirdi zor bela.
 
Bekir ağa, Mekke’ye varınca hacı adaylarının yaptığını yaptı.
Zaten, her şey belli kurallar içinde yürütülüyordu.
Hangi gün ne yapılacak, neresi ziyaret edilecek, belliydi.
Fakat, serbest zamanı da oluyordu. Güneş battıktan sonra daha rahat alışveriş yapılıyordu.
Aradı, taradı. Hurma satılan pazarı buldu. İki kilo satın aldı. Fiyatları çok değişikti.
Pahalısını yeğledi. Ortalıkta binbir simsar dolaşıyordu.
Bunların bir kısmı, Osmanlı zabit evladı olduğunu söylüyordu. Türkçeleri zor anlaşılıyordu. Belki de doğruydu dedikleri. Samimi bulduğu bir Arap’a, silah satılan yeri sorup öğrendi. Adam, rehberlik önerdi.
Tehlikesi de vardı bu işin.
Gece yarısı, hacı adayları yorgunluktan sızıp kalmışken Bekir ağa dipdiriydi.
 Delil’in yanında, dolambaçlı, dar sokaklardan geçtiler. Terliyordu bizimki.
Yürüdüler, yürüdüler. Kara taş evler gündüz sıcağı emmiş; gece de yansıtıyordu.
O yüzden sokaklar o gece karanlığında fırın gibi sıcaktı.
Fakat, ülkeye dönünce nasıl rahat yaşayacağını düşündükçe,
sıkıntılara katlanmak gereğini duyuyordu.
Bir evin önünde durdular. Delil kapıyı kendi işaretiyle tıkladı.
Ak entarili bir Arap bunları içeri aldı.
Alt katın derinliğinde bir mahzene girdiler.
Sandıkların içinde binbir silah vardı.
Bekir Ağa mermi almak istediğini söyledi. Rehber Arapçaya çevirdi.
Anlaştılar. Sağlam bir torbaya dört kilo gelen mermiyi doldurdular.
Parası Riyal olarak ödendi. Rehbere de harçlığı, hizmetinin karşılığı verildi.
 
Bekir Ağa ertesi gün yatağından geç kalktı. Oda arkadaşı Hadimli gitmişti.
Torbayı açtı. Mermiler kızıl kızıl ışıldıyordu.
Torbayı açtı. Hurmalar çamur görünüşüyle, iştah vermekten uzaktı.
Kapıyı arkadan sürgüledi . Hurmaların çekirdeklerini çıkardı. Yerlerine mermi bastırdı.
Sonra eliyle tarttı. Çekirdekli hurma ile mermili hurma…
Hemen hemen aynı ağırlıktaydı.
Eli battı. Ter su içinde kaldı. Yoruldu. Fakat, değdi. Hurma çekirdeklerini dışarı attı.
Mermili hurmaları güzelce paketledi. Pek pahalıya satın aldığı suyla ellerini yıkadı.
Suya acımıştı, fakat nasıl olsa zararını bol bol çıkaracaktı memlekete dönünce.
Artık rahattı. Sesli sesli gülüyordu.
 
Bekir Ağa adının başına "Hacı" unvanını ekledi.
Artık mermi ticareti yapıyordu. İyi para kazandı.
Irmak boyu köylerinde, Ürgüp dere köylerinde düğünlerde gençler,
 carcurlarına Bekir ağanın Mekke’den getirdiği hurma çekirdeklerini sürdüler.
Bu arada çıkan kavgalarda, parti çatışmalarında da bu mermiler işe yaradı.
Faili meçhul cinayet olarak kaldı birçok olay.
Bekir ağa az çok zenginleşmişti.
Ne kendine bir zarar geldi, ne bu mermileri kullananlar bir zarar gördü .
 
Fakat, Nevşehir’de bir ortaokulun öğretmeni işgüzarlık yaptı. Olayı anlattı.
Öğrenciler, gözleri irileşmiş, hayretle dinlediler öğretmenlerinin anlattığını.
O güne dek  böyle tehlike yaratan bir  olay duymamıştılar.
Hacı olan bunu yapmalı mıydı?
O mermilerle kimbilir kaç insan toprağın altına gömülmüştü?
Öğrencilerin kafaları karmakarışık oldu.
O akşam, Nevşehir ve köylerinde belki elli, altmış evde bu olay konuşuldu.
Çünkü çocuklar, yemek sırasında ya da sonrasında bu olayı anlattılar.
Hacca gitmeğe, hem de karı koca birlikte yola çıkmağa niyetlenenler çok kızdılar öğretmene: “Vay gavur,dinsiz, imansız !” dediler.
Öğretmeni dini inançları zayıflatmakla,                  
                  muhterem hacılarımızı gözden düşürmekle suçladılar.
Ve hemen, Demirel’in yağcılıktan sorumlu mebusunu arayıp anlattılar.
Telefon parasına acımadılar.
Öğretmen bir süre sonra becayiş yaparak Ürgüp Lisesi’ne geçmişti.
Peşini bırakmadılar. Eğitim Bakanlığı’na dilekçe üstüne dilekçe yağdırdılar.
Hiç üşenmediler ; öbek öbek gidip Ankara'ya, şikayet ettiler.
Hacılarımıza hakaret eden öğretmen için Bakanlık bir müfettiş gönderdi.
Soruşturmanın ardından sürdürdüler. “ Demek, sen, bizim hacılarımızı rencide edersin ha. Demek sen, mübarek hac yolcularına, hacılarımıza hakaret edersin ha ! Nevşehir’de yaşatmayacağız; bunu bil. Sürdüreceğiz seni…”
 
 Ve, Bekir ağanın mermilerinden dolayı kimse suçlanmadı.
Ölenler öldüğüyle kaldılar.
Gençler, bu dünyanın ne olduğunu anlayamadan toprak altına girdiler. 
Cana kıyanlar da yakalanmadı; hiçbir şey olmamış gibi ömür sürdüler.
Bekir ağa, sattığı, sattırdığı mermilerin paralarıyla rahat yaşadı.
 Artık unvanı Hacı idi.
Ötesini hiç düşünmedi.
Zaten düşünecek ne vardı ki ?
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
CİDDİ ADAM
 
Amerikalı barış gönüllüsü John Baker Ürgüp Lisesi’nde İngilizce öğretmektedir. En çok  ilgilendiği öğretmen de Osman Aydoğan’dır. Zaman zaman şakacı da olsa Aydoğan ciddi bir insandır. Cumhuriyet Bayramı töreninde  öğrenciler yürürken, öğretmenler de onları izlemektedir. Sonra, çarşıda toplanılır. Burada konuşmalar yapılır. John Baker, Osman Aydoğan’a bakar. Her zamankinden daha ciddidir. Gururla konuşmaları dinlemektedir.
Osman Aydogan is a serious teacher” (*) der yanındaki öğretmenlere.
Sonra merakla, sorar.
What is the meaning of serious in Turkish language(**)  ?”
İngilizce bilen Coğrafya öğretmeni Bekir Erdoğan yanıt verir.
Kabak. Kabak is the meaning of serious.(***) ”
John öğrendi ya, Osman Bey’e döner. Büyük bir gülümsemeyle, sevinçle , öğrenebildiği kıt Türkçeyle konuşur.
Osman Bey, siz kabak bir adam.”
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
………………………………………………………………………………………………
 
*     Osman Aydoğan ciddi bir öğretmendir
**   Türk dilinde “ciddi”nin karşılığı nedir?
*** Kabak. Ciddi kelimesinin Türkçesi “Kabak”tır.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
MADEM ALMAYACAKTINIZ DA
 
Hüsamettin Bakırcı Nevşehir’de oto alım-satım işleri yapmaktadır.
Oto lafın gelişi.
Geniş anlamda motorlu araçlar.
Taa Gaziantep’ten traktör almağa Nevşehir’e gelirler.
Taa Samsun’dan kamyonlarını satmağa da Nevşehir’e gelirler.
Hüsamettin Bakırcı’nın namı yürümüştür.
Dükkan hiç konuksuz kalmaz.
Dükkanın önünde otomobil, motosiklet, traktör, kamyon, biçerdöğer hep değişir.
Biri gider, yeri boş kalmaz. Hemen dolar.
Dükkanın işlerine bakan delikanlı çay,gazoz taşımaktan helak olur.
Komisyonculukta iyi para vardır. Geçen yıl, karısını da alıp Hacca gitmiştir
Hüsamettin Bakırcı.Köydeki baba evini onartmıştır. Şehirde de aparmanı vardır.
İmam Hatip Mektebine, Kuran kurslarına sürekli yardım eder, pansiyonlara gıda maddeleri gönderir. Sevaplarını anlata anlata bitiremez tanıyanlar.
 
Elazığ’dan gelen 4 kişilik bir grup var. Kamyon almak istiyorlar.
Belli ki, başka yerleri de gezmişler. Beğendikleri kamyonları pahalı bulmuşlar.
Hacı Hüsamettin Ağa’nın elinde bir Man var. Horoz ibiği gibi apal. Pırıl pırıl yanıyor güneş altında. Gösterişli bir mal.
Adamlar direksiyon başına geçtiler. Kasanın içine tırmandılar. Altına yatıp incelediler. Beğendikleri yüz anlatımlarından anlaşılıyordu. Fakat, bir de sürmek istediler.
Hacı, yanlarına çaycı delikanlıyı verdi. Aksaray yolunda gidip geldiler. Boğaz köyü önüne dek varmışlar. Pazarlık çetin geçti. Komşu dükkanlardan da gelenler oldu. Ateşli bir pazarlık. Hacı ağa biraz “ özveri” gösterdi. Elazığlı alıcılar biraz daha fiyat yükselttiler.
Yüzlerde bir kararsızlık. Yeni bir mal almanın arefesinde şaşkınlık ile sevinç yıkışıyor.
Tam o sırada öğlen ezanı okundu.
 
Hadi, namazımızı eda edelim, sonra devam ederiz ! “ dedi Hacı.
 
Elazığlı müşteriler birbirlerine baktılar. Gitmemek olmazdı şimdi.
Bir otomobile binip Kurşunlu Cami’ye gittiler.
Ne olduysa namaz sırasında oldu.
Müşterilerden en yaşlısı, malı almak isteyen, düşündü, taşındı Man’ı pahalı buldu.
Fakat, almaktan vazgeçtiğini nasıl anlatacaktı Hacı’ya ?
Namaz bitti. Camiden çıkıp otomobile binecekken, zorla da olsa, ıkına sıkına konuştu yaşlıca müşteri.
 
Kusura kalma Hacı ağa. Ben bu kamyonu alamayacağım,” dedi.
 
Hüsamettin Bakırcı bir an durdu. Sendeledi. İnme inmiş gibi bakakaldı.
Sonra toparlandı. Birkaç dakika sürmüştü sessizlik.
Öfkeyle bağırdı Elazığlılara.
Kan çanağı gözlerinden yıldırımlar çıkıyordu sanki.
 
Madem almayacaktınız da, bana niye abdestsiz namaz kıldırdınız be adamlar ! “