GÖRE’NİN KAYA AMBARLARI

1956…

Mersinli limon üreticisi Talip Ertürk yaylaya çıkar gibi kuzeye doğru yol alıyor.

Otomobili altında, özgür.

Namrun’da güzel bir konağı olduğu halde, bir değişiklik olsun diye, Pozantı üzerinden Niğde’ye, Derinkuyu’ya, Eneği’ye ulaşıyor.

Mersin’in nemli sıcağından sonra kuru, yakıcı bozkır güneşi ilaç gibi geliyor.

‘’ Hayatın tadı bu işte.’’

Aşıklı Dağı’nın eteğinde, güneye bakan evleri seyrediyor. Güvercinlik. Amerikan malı Chevrolet’de , diğer otomobillerde olmayan soğutucu dolap var. Durdurup otoyu, bir gazoz çıkarıp içiyor. O sırada yanına gelen çocuk imrenik imrenik bakıyor. Bir şişe de ona ikram ediyor. Çardaklı çoban çocuk, tadına vara vara gıdım gıdım içiyor gazozunu.

Sonra Göre’ye, İvrişi mahallesine ulaşıyor. Daha önce görmediği bir manzara…Duvar gibi dik, kapkara kayaların dibinde, yamaçta upuzun bir köy. Durup seyrediyor. Hayran.

Köylü, yaşadığı ortamı ilgi çekici görmez. Yumurta içindeki civciv. Ancak birisi överse anlar köyünün güzelliğini.

‘’ Yahu, bu ne güzel memleket. Bu nasıl kaya duvarlar böyle. Valla ilk görüyorum. Nedir köyünüzün adı, bu kapkara kayalığa ne diyorsunuz ? ‘’

‘’ Köyümüzün adı Göre. Bu kayalara biz Ballıgaya dirik. ‘’

Halil Ceylan. Evi yolun kıyısında. Gülümseyerek konuşuyor.

‘’ Önce hoş geldiniz. Memnun olduk köyümüzü beğendiğiniz için.’’

Limoncu Talip, yüzünde geniş gülümsemeyle karşılık veriyor.

‘’ Gelirken 3 km geride güzel bir dağ gördüm. Oranın adı ne? Güneye bakan yamaçta evler var hani ‘’

‘’ Biz o dağa Aşıklı dirik. Depesinde bi türbe var. İrmiş bi evliyanın mezeri.’’

‘’ Demek Aşıklı Dağ. Sizin adınız ne ? ‘’

‘’ Benim adım Halil Ceylan.’’

Göreli Halil, Mersinden gelen adamı konuk kabul ediyor. Evine davet ediyor. Mersinli Talip ile aynı yaşlarda. Sanki bir konuk geleceğini içinde hissetmişçesine Ayşe gelin hemen sofra hazırlıyor.  Mis kokulu, kehribar gibi kızarmış tandır ekmekleri kalaylı bakır sinide. Tandır fasulyesi, yanında salatalık turşusu. Metal maşrapalarda ayran…

‘’ Yahu Halil kardeşim, ben hayatımda bu kadar nefis bir beyaz fasulye yememişim. Bunun sırrı nedir? ‘’

‘’ İyi acıkmışsın da ondan. Köyümüzün ağ pahlası pek ünlüdür. Nevşehir’de lokantalarda da pişirirler,fakat gaz ocağı üstünde,tencerede…Biz tandırda bişiririk bunu. Sabah gonur tandırın dibindeki ateşe. Ağşama gadar iyice bişer. Macun gibi olur.’’

Tadına vara vara yediler, üstüne çaylar geldi.

Talip’in gözü çevrede. Evin diğer bölümlerini merak ediyor. Halil önden yürüyor. Kaya oyma dama giriyorlar. Dışarısı sıcak, içerisi serin, hatta soğuk. Duvarlara dokunuyor konuk, okşuyor.

‘’ Ne emek verilmiş bu damı oymak için. Müthiş, müthiş  ! !!

‘’ Erzurum taraflarında taa 40 sene evvel göçetmiş bi Ali Çivilikaya var, gaya oyma işinin usdası. O oymuş burayı.’’

‘’ Ne işte kullanıyorsunuz bu güzel ambarı ? ‘’

‘’ Valla, şimdi boş. Ekim sonu, gasım ayı gibi patatisleri söküp getiririk, burada depolarık. Tüccarı çağırırık, yanaşdırır gamyonu , alır götürür. ‘’

‘’ Kışın donmaz mı ? ‘’

‘’ Yoh. Yazın  serin olur bu gaya oyma ambarlar, gışın da ılıg olur. ‘’

Talip bir an düşündü. Limon bahçesi gözünün önünde canlandı.

Geniş geniş gülümsedi.

‘’ Seni benim karşıma Allah çıkardı Halil kardeşim. ‘’

‘’ Hayırdır, ne düşündün. Beğendin mi gaya damı ? ‘’

‘’ Beğenmek ne demek yahu ! Bayıldım. Limonlarım için bana bir yer verirsin, değil mi ? ‘’

‘’ Yanda bir bölme daha var. Buraya gore ıcıh güccük. Ne yapmak ilazım.’’

Yan bölmeye geçtiler. Kaya oyma dam tertemiz, boş.

‘’ Tamam, limon hasadını yaptıktan sonra, denemek için önce bir kamyonla 10, 20 kasa göndereceğim. Onları şöyle köşeye yerleştir. Mektuplaşalım.  Neticeyi senden öğrenirim. ‘’

‘’ Tamam. Elimizden gelen yardımı yaparık.’’

‘’ Göre’nin kaya damları böylece yıl boyunca hiç boş kalmayacak. Hem de belli bir ücret alacaksınız. ‘’

‘’ Aman Talip gardaşım. Biz mahcup oluruk. Para ne dimek canım.’’

‘’ Yok yok. İktisat bunu gerektirir. Biz bir karşılık ödeyeceğiz. İtiraz yok. ‘’

Sonra vedalaştı. Baktı, otomobiline, bir torbacık içinde o yediği ağ pahladan konmuş. Gülümsedi. Mutluydu. Otomobiline bindi. Bir an düşündü. Soğutucu kutudan iki gazoz çıkarı armağan etti Halil Ceylan’a. Gaza bastı; tozu dumana kattı Nevşehir’e doğru sürdü gitti. Başını uzattı pencereden.

‘’ Daha çok yer görmek için dönüşte buradan değil de Kayseri, Pınarbaşı, Hacin, Feke, Kozan, Adana üzerinden Mersin’e döneceğim,’’ dedi.

‘’ Hadi güle güle. Yolun açık olsun ! ‘’

……………………….

Göre’de soğuklar başlamıştı. Patates ekeneklerinde yoğun bir çalışma sürüp gidiyordu. Traktör vagonlarında insanlar sabah erken, üşüye üşüye tarlalara taşınıyor, gün boyu çalışıp o mucizevi yumruları söküp, çuvallara dolduruyorlar, kaya ambarlara yine üşüye üşüye taşıyorlardı. Bazı yerlerde tüccar, ambara taşıtmadan, tarladan satın alıp Ankara’ya, İstanbul’a kamyon kamyon götürüp sebze meyve hallerine teslim ediyordu..

Halil Ceylan’ın evinin önünde  bir ikindi vakti bir kamyon durdu. Magirus. Pazar günüydü. Ertesi gün Nevşehir’in açık pazarı. Sebze, turunçgil, şeker kamışı yüklüydü kamyon. Sürücü indi. Halil Ceylan’a bir mektup verdi. Talip , Mersin’den yazmıştı. Halil Ceylan hemen okudu. Sürücü arka kapağını açtı kamyonun. 10 kasa limonu indirdiler, evin içine, arkadaki kaya oyma dama taşıyıp bir köşeye koydular.

Sürücü armağan olarak ayrı bir çuvalda portakal, mandalina, greyfurt, Trabzon hurması, keçiboynuzu, muz da armağan göndermişti.

Bazı kasalardan limonlar döküldü. Mavimsi yeşil, kalın kabuklu, kokusuz tadsız…Halil Ceylan bıçağını cebinden çıkarıp limonu ikiye böldü. Tek bir damla su çıkmadı.

Sürücüyü akşam yemeğine davet ettiler. Adam karnını doyurdu, sonra kamyonunu Nevşehir’e doğru sürdü gitti. Gocuğunun yakasını kaldırdı .Kar yağmağa başlamıştı.

Ocak ayının ilk günü…Yollar kar kaplı. Fakat, Niğde’den ayrılıp da il olan Nevşehir’e Başvekil Adanan Menderes, Nafia Müdürlüğü’ne bir kar temizleme aracı göndermişti. Halk buna ‘’Menderes’in Devesi’’ diyordu. Yüzlerce işçinin bir ayda açamadığı Nevşehir-Niğde yolunu bu araç bir günde açabiliyor; kar ne denli kalın örtü yapsa da hemen temizleniyordu.

Kaya oyma damdaki limonları unutmuştu Halil Ceylan. Aileye bir üye katılmıştı. Sevimli mi sevimli, yuvarlak baş, parlak göz bir oğlan doğurmuştu Gelin Ayşe. Adını Remzi koydular.

Halil Ceylan merak etti; ne durumdaydı limonlar. İşin içinde mahcup olmak da vardı Talip Ağa’ya  karşı. Bir kasadan dört limon aldı. Damın havası değişmişti. Mis gibi limon kokuyordu. Ilık hava hoşuna gitti. Odaya döndü. Bir limonu çıkarıp siniye koydu. İyice sararmış, hatta ağarmıştı. İlk geldiği zaman gökçeydi pütür pütür. Kesti bıçağıyla ortadan. Güzel koku yayıldı odaya. Kabuk incelmişti. Bir maşrapaya  , sıktığı limonun suyunu doldurdu. Hayretler içinde kaldı. Daha önce tek damla su çıkmamıştı oysa.

Gülümsedi. Duvardaki takada kağıt, zarf vardı. Mersin’li Talip Ağa adresini yazıp vermişti. Gönderdiği mektupta da vardı zaten.

‘’ Sevgili kardaşım Talip Ağa. Gönderdiğin limon kasalarını bugün gözden geçirdim. Güzel olmuş. Piyasaya verilmeğe hazır hale gelmiş. Ne zaman isdersen, o kasaları Mersin’e giden bir kamyona yükler, sana gönderirim. Allah’a emanet ol! Selamlar yolluyorum.’’

Mektubu bitirdi. Ertesi gün Nevşehir’e gidip PTT ile gönderecekti.

………………………….

Ne oldu sonra ?

Göre’de  limon ambarlama neden ilerlemedi. Oysa, Ortahisar’a göre Mersin yolu 20 km kadar daha kısa.

Ortahisar bir marka oldu. Volkanik tüf, doğal soğuk hava depolarında  limon saklama sayesinde Ortahisar halkı milyonlar kazanıyor bugün.

Ortahisar

Demek, Göreliler ilgilenmediler. Mersin’de yetişen limon en güzel yolla Ortahisar kaya ambarlarında kullanıma hazır, mutfak değeri kazanıyor. Kaya oyma işi de geleneksel olarak yeniden canlandı.

Göre ambarlarında patates depolanıyor.

Göre Çayı akarken bahçelerde elma, armut yetişiyordu. Misket, Amasya, Golden, Starking, Kaliforniya, Tavşanbaşı, Zanapa, Daşeşki  türü elmalar. Kışlık melaike armudu…

Ekim ayının ilk haftasında biz ilk, orta, lisede öğrenciyken , okul dönüşü  hemen elma harımına gider, ağaçlardan  indirenlere yardım ederdik. Yüksek ağaçlara erişmek zor. İğreti merdivenler. Düşen, bir yerini  kıran da olur. Sonra küfeler, sepetler dolusu traktör vagonuyla ambara taşırdık.Her ambar yolun yakınında olmaz. Derenin yamacında. Dengeni bularak o küfeleri keçi yolundan taşımak ne zordur…

On gün, yirmi gün sonra, binbir emekle, pek yorularak taşıdığımız o elmaların, armutların konulduğu ambarı ziyaret başlı başına bir şölendir. Soğumuş, üşümüş alca, sarı, kızılca boyaklı elmaların yaydığı karmakarışık koku. Dünyanın en pahalı parfümü bu denli güzel, etkili, çarpıcı olamaz. İnsanı esritir; başını döndürür.

Bu ambarda elmalar, taa ilkbahara  Mayıs, Haziran’a dek kalır. Daşeşki ilk toplandığında demirce serttir. Bir ay, iki ay kalınca yenilir duruma gelir. Diger tür elmalar tükendikten sonra daşeşki sulu bir elma olarak değerlendirilir. Kış sonrasında, evlerde meyve sıkıntısında,  bir boşluğu doldurur. Çocukların da çok hoşuna ‘’gelir’’. Konuklara da ikram edilir.

Bir kaya ambardayız. Elma, armut  , yerden yüksekçe, kuru üzüm asmalarının, gılamadaların üzerine serilmiş. . Haydi, durmayın, çıkarın bıçağınızı, seçtiğiniz elmayı soyup yiyin.

Soymasanız da olur. Belki daha yararlısı da kabuğuyla yemek…Yüzünün mumlu katmanında olmalı yararlı bölümü.

Afiyet olsun ! Yarasın  ! Nuuş olsun !

………………………………………

24 Aralık 24.

Ürgüp