Ali Abdülkerim Halife’nin Yavuz Sultan Selim’e Verdiği: RAPOR
Söyleyen açısından meşakkatli olsa da doğruyu doğru şekilde söyleyenlere her daim ihtiyacı vardır. Özellikle yöneticiler için, onlar işinin çokluğu veya makamının gereği olarak her daim halkın içine giremeyebilir. Hal böyle olunca, toplumla iç içe olan birilerini yanında bulundurmalı, bulundurmakla da kalmayıp, onlarla sık sık istişare yapmalıdır.
Bu hassasiyete riayet eden yöneticiler başarılı olur. Tıpkı Büyük Selçuklu devletinin efsane veziri Nizamülmülk gibi. O, dünyaya, makama ve mevkie tama etmeyen, her hâlükârda gerçeği usulünce söyleyebilen, Gazali’nin tasavvuftaki örneği Ali Farmedî* ile istişare ederdi.
İlmi dehası, siyasi anlayışıyla toplumun benimsediği Nizamülmülk’ü gerek ulemadan ve gerekse halktan birçok kimse ziyaret ederdi. Kapısı herkese açık olan vezir, gelenlere muhtelif ihsanlarda bulunur, görüş ve düşüncelerini alır ardından yolcu ederdi. Zaten onların birçoğu tabasbusça bir eda ile onu överdi.
Ali Fârmedî, ziyaretine geldiğinde ise onu tazimle karşılar, kendi makamına oturtur ikramda bulunur, söyleyeceklerini de can kulağıyla dinlerdi. O, övmekten ziyade yapmayıp ta yapması gerekenleri hatırlatır, halka iyi davranmasını öğütler, nefsine ağır gelse bile söylenmesi gerekenleri söylerdi. (I)
Benzer bir durumu Ali Abdülkerim Halife, Osmanlının gözü pek ihtişamlı padişahı Yavuz Sultan Selim’e yapmış.
Bilindiği üzere Yavuz, II. Beyazıt -namı diğer- ‘Veli Beyazıt’ın oğludur. Osmanlının sekizinci padişahı olan II. Beyazıt, yaklaşık otuz yıl iktidarda kaldı. Özellikle iktidarının son yılları çok parlak değildi.
Devlet yönetiminden o kadar uzaktı ki, insanlar arasında, İstanbul ve Edirne padişahı kabul ediliyordu.
Yönetimi -deyim yerindeyse- tamamen vezirlerine bırakmıştı.
Bunun da ötesinde saltanatı büyük oğlu Ahmet’e bırakmaya hazırlanıyordu. Sultan’ın bu niyetini öğrenen bazı vezirler ve yeniçeriler, şehzade Ahmet’in mevcut olumsuzlukların üstesinden gelemeyeceğini bildikleri için, bu işin üstesinden ancak Trabzon valilisi Yavuz Sultan Selim’in geleceğine inanıyorlardı. Böyle düşünenler, gizli ve özel bir çalışma neticesinde Yavuz’u Trabzon’dan İstanbul’a getirdiler.
Tahta oturan Yavuz, ilk iş olarak babasına ve Osmanlı’ya büyük sıkıntı çıkaran amcası Cem sultan gibi sorun olabilecekleri endişesiyle, başta kardeşleri Ahmet ve Korkut olmak üzere bütün emirleri/şehzadeleri kontrol altına aldı…
HERKESİN BİR ÖĞÜTÇÜSÜ OLMALIDIR
Yavuz Sultan Selim’in tahta oturuşunun henüz ilk zamanlarında, huzura çıkarak, “Güzel Sultanım”, “Selim-i Cihan Canım” diye hitap eden Ali Abdülkerim Halife, ülkenin içinde bulunduğu hali yazılı bir raporla takdim eder, şifahen de arz eder.
Halife, “biri tokluktan öle, biri yokluktan öle” diyerek toplumda cereyan eden bütün olumsuzluğa dikkat çeker…
Raporda dikkat çektiği hususlar:
I- Rüşvet, başta kadılar olmak üzere bu işin yaygın olması…
II- Cinsi sapıklık…
“Okuduğunu tutmaz ve Kuran’ı işitmez (?) âlimler elinden ve kadılar elinden ve fetvasını tutmaz müftüler elinden ve takvasını tutmaz şeyhler ve sûfiler elinden…”
III- ‘Bennâk vergisi’ bir yerde –varlık vergisi- denebilir. Kişi başı otuz üç akçe alınıyordu…
IV- Miras, ölenin erkek çocuğu yoksa kaç tane kızı olursa olsun menkul ve gayr-ı menkul bütün varlıklarına el konuyordu…
V- “Gerdek değer” veya “gerdek değdi” evlenenlerden alınan altmış akçe… (rakamlar dul ve bekârların durumuna göre değişmektedir) sadece bu kadar değil ayrıca kadı için 25, imam için 5, müezzin için 3, mahalle kethüdası için 1, asesbaşı için 10, diğerleri için 20 akçe daha ödenmektedir.
VI- Ulak (haberci) haksızlığı… Ulaklar uğradığı her menzilde istediği atı istediğinden alabiliyor, istediği gibi yiyip-içiyordu…
VII- Uyuşturucu: “Cümle âlem öyle hamr’a, zinaya, livataya, ribaya” devam eder oldular ki “bu efâl-i habiseyi günah deyüp günah bilmez oldular” ona göre çirkin telakki olunması lazım gelen bütün bu haller o gün için kınanmamakta, hatta hoş görülmektedir. Bilhassa bütün kötülüklerin başı olan şarap içme, esrar ve afyon kullanma bütün toplumu sarmıştı. Çünkü bunların kullanılmasına mâni olacak şahısların bizzat kendileri bunları içmektedir.
Ali Abdülkerim Halife, “kadı içer, subaşı içer, bey içer, vezir içer, âlim içer, hayvan içer, insan içer, bay içer, yoksul içer, büyük içer, küçük içer, oğlan yiğit içer, koca içer, bazı halde muttali olduk avret dahi içer” şeklinde ifade etmektedir…
Şaraba duyulan ihtiyaç o kadar çoktur ve şarap o kadar çok aranmaktadır ki bu yüzden memlekette yenecek üzüm bile bulunmamaktadır.
VIII-Kızılbaşlar: Bunlar Osmanlı İmparatorluğu toraklarını veya hiç olmazsa Anadolu’yu, kendi toprakları gibi kullanıyordu. 15. yüzyılın sonlarında ve 16. yüzyılın başlarında İran’da kurulmuş olan Safaviler, Şiiliği devletin resmi mezhebi kabul ediyorlardı. Sırtını Türk olan ve Türk olmayan halka dayayan Safaviler, sadece bir inancı değil fakat bir politikayı da gerçekleştirmeye çalıştıkları anlaşılıyor...
Eğer II. Sultan Beyazıt’ın hükümdarlığı biraz daha devam etmiş olsaydı başta Şah İsmail olmak üzere Safavi propagandacılarının hayalleri, gerçekleşme yolunda çok şeyler kazanılmış olurdu. (…)
Tereddüt edilmemelidir ki İran’ın o günkü duruma yükselmesinde en büyük amil Şah İsmail’in büyük meziyetleridir. Hakikaten Şah İsmail İran’ı yeniden diriltmiş ve hududunu Bahr-i Hazer ve Cibal-i Kafkas’tan Umman denizine ve Ceyhun nehrinden Dicle nehrine eriştirmiştir.
Esasen Safavilerin, İslam âlemince tanınmak kendilerini kabul ettirmek istiyorlarsa, dönemin iki güçlü devletlerinden doğudaki Sünni Özbeklerle, Batıdaki yine Sünni Osmanlılarla vuruşmaları lazımdı.
1510’da Özbekleri yenilgiye uğratan Şah İsmail bütün dikkatini Osmanlılar üzerine topladı. Çünkü Osmanlı toprakları bilhassa Anadolu toprakları gayr-ı mütecanis, hatta birbirine düşman zümre ve sınıflardan müteşekkil insanların toplandığı bir saha idi. (…)
Trabzon Rum İmparatorluğu’nun akrabası sıfatıyla Anadolu’da hak iddia etmekte olan Şah İsmail, Beyazıt’ın son saltanat yıllarında nüfuzunu iyiden iyiye artırmıştı. Şia propagandasını artırmakla kalmıyor, toplanan vergileri de İran’a götürüyordu. Bu arada Rafıziler (Şia), Rumeli’deki Şeyh Bedrettin taraftarlarıyla da fikir birliği içindeydi. (…)
Halife, bütün bunları saydıktan sonra Şah İsmail ve taraftarlarını da ciddi manada itham eder…
Selâhattin Tansel Yavuz’a raporu sunan (…) ‘Ali Abdülkerim Halife’nin taassubu ve padişaha tavsiye ettiği tedbirlerin şiddeti üzerinde durabilir, fakat aynı zatın, yurt bakımından duyduğu endişelerin varit olmadığı da söylenemez.’ der. (II)
Kararlılığın, azmin ve öngörünün padişahı Yavuz, istişareye önem verirdi. Sekiz yıl gibi oldukça kısa sürede İslam birliğini sağladı. Osmanlı toprağını kat be kat büyüttü. Hazineyi de altınla doldurdu.
Çaldıran, Mercidabık ve Ridaniye savaşlarıyla dönemin en büyük devletlerinden Safaviler ve Memluklular’ı ortadan kaldırdı. Anadolu’daki keşmekeşliğe son verdi.
Kendini muaheze eden, görev vermekten çekinmeyen, verdiği görevin yapılıp yapılmadığını takip eden yönetici, geçmişte olduğu gibi bugün de başarılı olur.
Tarihi olaylar kitaplarda kalmamalıdır. Oradaki bilgileri ne kadar güncelimize indirgeyebilirsek o kadar değerlidir.
Geçmişte yöneticilere karşı, özgüven ve cesaretle, toplumun içinde bulunduğu hali/olumsuzlukları dile getirenler vardı. Ahmet Belada
-----------------0-------------
I- W. Montgomery Wat, Müslüman Aydın –gazali Hakkında Bir Araştırma- Ankara Okulu, S.150-154/Ayrıca Eric Ormsby, Gazali: İslam’ın Dirilişi, Vakıf Bank Yay.İst.2020 II. baskı /İbrahim Musa, Gazali Ve İmgelem Poetikası, HECE yay. Ankara 2018 /S. Frederıck Starr, Kayıp Aydınlanma, Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay. Ankara 2020
II- Selâhattin Tansel, Yavuz Sultan selim, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2016, S.25-37
* EBU ALİ FARMEDÎ
401’de (1010-11) Tûs yakınındaki Fârmed (Fârmez) köyünde doğdu. (…) İlk tahsilini doğduğu köyde yaptıktan sonra Nîşâbur’da meşhur sûfî müellif Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin medresesine gitti…
Muasırları, onun vaaz meclislerini, çeşit çeşit çiçek açan meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçeye benzetir.
Tasavvuf konusunda Kuşeyrî’den faydalandı. (…) Ebû Saîd Nîşâbur’dan ayrılınca üstadı Kuşeyrî’nin huzuruna çıkarak kendisinde meydana gelen ruhî gelişmeleri anlattı. Fakat Kuşeyrî ona ilim öğrenmeye devam etmesini tavsiye etti. İki üç yıl sonra tasavvufa meyli gittikçe arttığından üstadının izniyle medreseden ayrılarak bir tekkeye yerleşti. Bir süre mücahede ve riyazetle meşgul oldu. Bir gün kendisinde zuhur eden manevi halleri Kuşeyrî’ye anlatınca üstadı, ulaştığı bu mertebeden sonra ona yardımcı olamayacağını, zira kendi mertebesinin onunkinden daha yüksek olmadığını söyledi.
Yeni bir mürşide ihtiyacı bulunduğunu anlayan Fârmedî, ününü duyduğu Ebü’l-Kāsım el-Cürcânî ile görüşmek üzere Tûs’a gitti. Cürcânî’nin yanında mücahede ve riyâzet dönemini tamamladıktan sonra vaaz vermek için icazet aldı.
Dili ve gönlü açıldığından olağan üstü güzel ve etkili konuşmalar yapmaya başladı. (…) Kuşeyrî’nin kızıyla evlenen Fârmedî 477’de (1084) Tûs’ta vefat etti.
Merv’e giderek Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’le görüşen ve ondan itibar gören Fârmedî, çağının büyük âlim ve mutasavvıflarıyla tanışmış ve onlardan faydalanmıştır. Kendisi de Gazali, başta olmak üzere pek çok âlim ve mutasavvıf üzerinde etkili olmuştur. Fârmedî’nin Gazali’nin şeyhi olduğu söylenir. Bu yüzden olacak ki, Gazali, Tus’a döndüğünde onun adına tekke kurmuştur.
Aksi görüş te ileri süren olmuştur. Fârmedî’nin vefat ettiğinde yirmi yedi yaşında olan ve henüz tasavvufa yönelmemiş bulunan Gazali’yi, onun mürid ve halifesi saymak doğru değildir. Buna örnek olarak ta Gazali’nin, eserlerinde Fârmedî’den çok az bahsetmesidir... (TDV, İA)
Ebu-Ali (Fârmedî): Ey er dedi, ne çağrılmaktan dolayı sevin, hoşlan, ne de mahrumiyete düşmekten, kovulup sürülmekten dertlen, tasalan/Seni kabul ederlerse, bunu ganimet sayma; sürerlerse de bozguna uğrama sakın/Bir soluk bile nimete aldanmazsın o vakit, belaya düşünce de gam seni alçaltmaz.
Şu boyuna değişen renklerin hepsinden de arıtırlar, hepsinden de ayrı bir renge boyarlar seni/Üstündeki palaspareye bu renk düştü mü, iki âlem de senin kokunla amberleşir.
Ey tek er, bu rengi buldun mu, artık hiçbir şey ebedi olarak gerekmez sana, hiçbir şeye ihtiyacın kalmaz/her şey senin yüzünden bir şey haline gelir, var olur; iş böyle olunca nereden bir şeye meylin olacak?
Sen gerçek varlığa erdin mi, sebepsiz bahanesiz, her şey ebedi olarak senin olur/Tanrı’da daimî olarak yok oldun mu, her şeyi senden isterler artık, ama sen hiçbir şey istemezsin.
(Feridüddin Attar, İLÂHİNAME, İş Bankası Kültür Yayınları; S.417)