UMUTLARIN KANATLARINI KIRAN TİRANLAR
Tarih; katliamlar, ölenler ve öldürenlerle doludur. Hem de -çoğu zaman- öldüren niçin öldürdüğünü; ölen de niçin öldüğünü bilmeden. Olanların kahir ekseriyeti, monark ve tiranların sadistlikleri uğruna.
Günümüzde de bu katliam sarmalı bütün acımasızlığıyla devam ediyor; Suriye, Irak, Filistin/Gazze, Ukrayna, Rusya gibi birçok ülkede.
Fransa, Gürcistan, Güney Kore, Ortadoğu ve Afrika’nın birçoğunda ve bazı devletlerde devam eden kaos da buna dâhil...
Tüm bu olanlardan ibret alınsaydı tekrar eder miydi? Zulüm ve haksızlıklar bütün acımasızlığıyla devam ediyorsa demek ki geçmişten ibret alınmıyor.
Filistin’de yaşayan gâsıp Yahudilerin durumu tipik bir örnek. Yahudiler, tarihi seyri içinde Babil hükümdarı Buhtunnasr, Roma, Almanya/Hitler’in Yahudilere uyguladığı katliam ve zulme rağmen aynı işlemi topraklarını ellerinden aldıkları Filistinlilere uygulaması gibi.
Yahudiler, dünyada en fazla sürgün, zulüm ve işkenceye maruz kalan topluluklardandır. Bu topluluk, Batılı güçlerden aldığı destekle geçmişten en ufak ibret almaksızın aynı sürgün, işkence ve zulmü yaklaşık 75 yıldır Filistinlilere uygulamakta.
Biraz gerilere giderek, II. Dünya Savaşı esnasında haksızlığa ve zulme maruz kalan, Endülüs’ten İstanbul’a, İstanbul’dan Fransa’ya, Fransa’dan Filistin’e göç eden Yahudi İsrael Toledo ailesinin serüveninden bahsedeceğim.
2018 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünü (vefa) alanlardan biri de Mehmet Akif Ersoy’du. Ödülü Akif adına torunu Selma Ersoy aldı. Külliyedeki o törene, Sebilürreşad dergisi yayın kurulu üyesi olarak Selma Hanım’la birlikte biz de katıldık.
Sanat alanında Fotoğraf Ödülü, Yahudi İzzet Keribar’a verildi. Bundan dolayı bazı Yahudiler de gelmişti.
Salonda, eskilere dayanan hukukumdan dolayı rahmetli Mehmet Şevket Eygi’yle oturdum. Eygi, önümüzde oturan -tanımadığım- iki kişiyle konuşuyordu. Onlara beni tanıttı. Biri Türkiye Hahambaşı, diğeri Şalom gazetesi genel yayın yönetmeni. Diyanet’te çalıştığımı öğrenince ilgi gösterdiler. Şalom gazetesi genel yayın yönetmeni ayrılırken arzu etmem hâlinde Şalom gazetesini gönderebileceğini söyledi. Kabul ettim. O tarihten bu yana Şalom ve Şalom dergisini takip ediyorum.
Son gazetelerden birinde, Şalom Dergi’nin genel yayın yönetmeni Suzan Nana Tarablus tarafından neşredilen Umutların Kanatlarında isimli kitabı tanıtılıyordu. Merak ettim aldım ve okudum.
Çok hacimli olmayan bu kitapta yazar, yukarda değindiğim gibi Türkiye’de yaşayan Sefarad Yahudilerinden bir aileyi anlatıyor.
II. Dünya Savaşı esnasında Fransa/Marsilya’da birçok Türk asıllı Yahudi yaşıyordu. Zulmün kol gezdiği o coğrafyada, Türkiye’nin Marsilya’daki Konsolos yardımcısı genç diplomat Necdet Kent, o yıllarda Fransız vatandaşı Türk asıllı Yahudilere Türk vatandaşlığı belgesi verdiğini, vatandaşlığını kaybetmiş olanlara da gayrimuntazam vatandaşlık belgesi düzenlediğini, Yahudileri kurtarmak için hayatını riske attığını da yazıyor.
Bu olayı Wallenberg Vakfı’ndan Daniel Rainer şöyle anlatıyor: “Bir gece, konsoloslukta tercüman olarak çalışan Türk Yahudi Sidi İşçan, Kent’in evine gelerek, Nazilerin topladığı 80 kadar Türk Yahudi’nin Almanya’ya gönderileceğini bildirdi. Kent, yatağından fırlayarak, İşçan ile birlikte doğru Marsilya Tren İstasyonu’na gitti ve Nazi subayından trendekilerin indirilmesini, serbest bırakılmasını talep etti. Bu sözlerin Nazi subayı gülerek karşılık verip yardımcı olmayınca, Kent ve İşçan trene bindiler. Bazı Alman görevliler bu durumdan rahatsız olup, treni muhtemelen Arles veya Nimes İstasyonu’nda durdurdular, Kent ve İşçan’ın trenden inmelerini istediler. Necdet Kent, ancak diğer Türk vatandaşların da inmeleri hâlinde kendisinin de ineceğini söyledi.
Almanlar sonunda diplomatik bir skandala neden olmamak için Kent’in talebini kabul etmek durumunda kaldılar ve böylece 80 kişilik Türk Yahudi grubu trenden indirildi.”
1492’de II. Beyazıt’ın Endülüs Yahudilerini taşıyarak kurtardığı gibi II. Dünya Savaşında da 80 Yahudi, Türk diplomat Kent sayesinde toplama kampına gitmekten veya öldürülmekten kurtulmuş oldu.
Tarih boyu, Yahudiler çok büyük zulme maruz kaldılar. Kaldılar kalmasına da yine de şu soruyu sormadan edemiyorum. Zulme maruz kalanlar mı, zulmedenler mi haklı? Hiç şüphesiz, haksız ve mesnetsiz yapılan hiçbir zulüm, hele ki bir de masumlar olursa; kesinlikle meşru görülemez.
Ne var ki kendileri, defalarca zulme maruz kalmalarına rağmen, Filistin/Gazze’de çoluk çocuk, kadın, ihtiyar demeden uyguladıkları soykırım, katliam ve yıkıma bakınca, geçmişte yapılanlar -acaba- haklı mıydı demekten de kendimi alamıyorum…
“Yahudi Soykırımı” ile ilgili filmleri izledim. Çok sayıda kitap ve makale okudum. Gördüğüm şu: Yahudiler etken, kibirli ve üstün ırk sahibi olduklarına inanıyorlar. Böyle düşündüklerinden olacak ki, kendilerini efendi ötekini parya görmekteler. Nitekim Gazze soykırım ve katliamının ilk günlerinde azledilen Savunma Bakanı Gallant, Filistinlileri hayvana benzetmişti. Sadece Filistinlileri mi? Hayır, diğer tüm insanları hayvan mesabesinde görüyorlar. Bu düşüncenin kaynağıyla ilgili çok şey söylenebilir. Muharref ezoterik kitaplarından kaynaklandığını söylemekle yetineyim.
İnkârı mümkün olmayan bir gerçeklik de şudur: Yahudiler bilerek veya bilmeyerek adım adım kendi sonlarını hazırlıyorlar. Bazı Yahudiler bunun farkına vardılar. Yazı ve söylemleriyle bunu dillendiriyorlar.
Bir grubu, bir milleti veya bir dini iyi veya kötü diye -toptancı bir bakış açısıyla- tanımlamak ciddi bir ön yargıdır. Herkesin ve her topluluğun hak ve hukuku korunması gereklidir. ‘Medine Vesikası’nda olduğu gibi.
Rahmetli Teoman Duralı’nın “Çağdaş İngiliz-Yahudi Küresel Medeniyeti” kitabında da belirttiği gibi genelde Batı, özelde Yahudiler bugün itibarıyla gücünün zirvesinde. Hem de tüm alanlarda.
Hâl böyle olunca gözden akıllı bazı zavallılar, Batının büyüsüne kapılmış durumdalar. Yegâne ölçü olarak onları görüyorlar. Böyle olunca da ‘Batı’da olduğu gibi’, ‘Batılılar gibi’ sloganlara sarılıyorlar. Hâl böyle olunca birçok insan kendi değerlerine yabancılaşıyor.
Amin Maalouf; Japonya, Çin, Rusya ve Amerika’yı tanıtmaya çalıştığı “Labirent” kitabında anlatıyor; Japonya ve Çin, ABD ve diğer Batılı devletlere talebe göndererek bu ülkelerdeki gelişmeleri gözlemlemelerini istemişler. Giden talebeler, kendi değerlerini terk etmeden gidiş gayelerine uygun vaziyette ülkelerine geri dönmüşler.
Türkiye de talebe gönderdi. Ne yazık ki, bizim gönderdiklerimizin kahir ekseriyeti Batın’ın fen ve inkişafını almaktan ziyade onların pespaye yaşantılarının cazibesine kapılarak, sefih hayatı tercih ettiler. Sefihliği tercih etmekle kalmayıp, kendi değerlerine yabancılaştılar. Yabancılaşmakla da kalmayıp, orada kurdukları “Jön Türk”, “İttihat ve Terakki” gibi örgütlerle batılıların da desteğiyle ülkelerindeki hükûmeti yıkmaya çalıştılar. Maalesef başarılı da oldular! Hâlâ o zihniyetin temsilcileri ülkelerini batıya şikâyet edip, değerleriyle savaşlarını sürdürmekteler.
İşte Japonya ve Çin’in durumu! İşte Türkiye’nin durumu!
Kedi değerleriyle barışık olmayanların hâli taklitçiliktir. Bu yüzden bilmek değil bilineni uygulamak önemlidir. Gerek bölgemizde ve gerekse dünyada olup bitenleri bilmeyen hemen hemen yok gibidir. Fakat gerek yönetimsel ve gerekse bilimsel gerçekliği ülkelerinde uygulayan çok fazla değil.
Batı’yı iyi tanıyanlardan Mısırlı düşünür Abdülvahab m. el-Messiri, Batı’nın bilimsel bilgi üzerindeki hegemonyasını eleştiren çok değerli bir kitap yazmış. Batı’nın sahip olduğu değerlerinin iflasına işaret ettiği kitabı, Mahya Yayınları’ndan çıktı. Yazar, “Fen ve Sosyal Bilimlerde Epistemolojik ÖNYARGI” kitabında; “Batı’nın kültürel projesi, benim ifademle bir kozmik duvara çarpacaktır. Eğer dünya nüfusunun yalınızca küçük bir yüzdesini (%20) oluşturan Batılılar, dünyanın doğal kaynaklarının %80’inden fazlasını tüketiyorsa, bu durumda söz konusu projenin taklit edilebileceği veya tekrarlanabileceği tezi anlamını yitirecektir” diyor.
Yitirmeye yitirecek de onun yerine hangi gerçeklik inşa edilecek? Bu gerçeklik nerede ve nasıl aranacak? Açmazımız tam da burada başlıyor.
Yitirdiklerimizi arayaduralım. Son derece güncel Suriye olayına kısaca değineyim. 61 yıl önce Baas Partisiyle başlayan haksızlık, hukuksuzluk, 1971’de ülkenin azınlık nüfusuna sahip Esed ailesi (Şiî/Nusayrî) darbe yaparak iktidarı ele geçirdi. O tarihten 8/12/2024’e kadar önce Hama katili Hafız Esed, daha sonra da oğlu Beşar Esed ülkeyi en zalimane şekilde yönettiler. Yüzbinler hatta milyonlarca insanı ya mezhebi ya da başka saiklerle acımasızca öldürdüler.
Dünya tarihi çok monark ve tiranlar gördü. İstisnasız hepsi de hiç kimse bana güç yetiremez, bir şey yapamaz diyordu. Bunun en son örneklerinden biri de Suriye’nin devrik, sadist, narsist ve zalim lideri Beşar Esed’di. Bütün monarklar gibi o da zillet, meskenet ve onursuzca yıkıldı. Miktarı belli olmayan Suriyelinin parasıyla kaçtı.
Tiranların bir özelliği de varlıklarını korku üzerine inşa ederler. Bu yüzden güçlerini zulüm ve işkenceyle ispata çalışırlar. Onların işi yıldırmak ve korkutmaktır. Bir diğer özellikleri de yanlarında bolca dalkavuk ve şakşakçı bulundurmalarıdır. Onların görevi yaptıkları ve söyledikleri her şeyi alkışlamaktır. Aksi davranan ve söyleyenler olursa öldürmek veya zindana koyup işkence etmektir. Onun için akıl almaz insanlık dışı zindanlar yaparlar. Suriye’de Sadyana’da olduğu gibi. Sadece Sadyana’da mı, tiranların hakim olduğu her yerde…
Ahmet Belada