BİR GÜNLÜK ŞAH
1956 yılı idi.
Ali Nevşehir’e gitti. Yürüyerek. Omuzunda heybe.
Kafasında binbir düşünce. Zaman zaman ıslık çaldı.
Yolculuk elli dakika kadar sürdü.
Gazeteci Ahmet ağa’nın köşedeki küçük dükkanının camında
bir dergi gördü:
Hayat.
Acem diyarının melikesi Süreyya tüm güzelliğini sergilemiş,
gizemli gülümsüyordu derginin renkli kapağında.
Hayran kaldı Ali.
Cebini yokladı. Dergiyi alabilecek parası vardı.
Ucuz da değil; tam 75 Kuruş. Aldı.
Aşevine gidip yemek yemese de olurdu.
Açlıktan ölecek değildi ya.
Özenle kıl heybeye yerleştirdi dergiyi.
Çarşıyı gezdi. Tahinli simit aldı anasına.
Köye döndü yine yürüyerek.
Yoksuldu evleri.
Anasına bir gelin getirememişti daha.
Sergisiz tahta sedire uzandı.
Kapaktaki Kraliçe (Şahiçe) resmine uzun uzun baktı.
Acem halkı ona "Melike" diyordu.
Melik, Şah olduğuna göre, demeli, kadın melik.
İsfendiyari aşiretinden,
Alman analı Süreyya'nın yazısını baştan sona okudu Ali.
Yavaş yavaş; tadına vara vara.
Tahran’daki Gülistan Sarayı’na hayran kaldı.
Rıza Şah Pehlevi’yi kıskandı, böyle güzel bir kızla evlendiği için.
O günden sonra Melike Süreyya ’ya aşık oldu.
“Aaah ! Ne olur, benim de Süreyya gibi bir karım olsa! “
dedi durdu.
Ertesi gün yukarı yazıya gidip Tuluca koyağındaki ekeneğe tohum ekti. Gönlünde, kafasında hep Melike ’nin gülümseyen yüzü.
Aradan zaman geçti. Ali’nin adı “Acem kızına aşık”a çıktı.
Kış boyunca da hep Süreyya Hanımı düşündü, Şehinşah’ı kıskandı.
Bahar geldi.
Köylü, ekeneklerini gezip buğdayın ne durumda olduğunu denetledi.
Baktılar ki, Ali’nin tohum saçtığı yerde hiç ekin çıkmamış.
Her yer göğce gövertili, o bölüm kuru.
Şurda burada birkaç tutam ot…
Dönüp geldiler; Ali’yi kahvede, dalgın dalgın
duvardaki Melike Süreyya resmine bakarken buldular.
“ Yav Ali ! ” dediler. “ Senin ekeneğin bir kısmında hiç buğday bitmemiş.”
Ali dalgın dalgın konuştu.
Gülümsemeğe çalıştı.
“ Haa ! “ dedi.” Yav, ben o gün Acem şahıydım .”
****