Demirci Ustası Hasan Kaplan

Ağustos sonları…

Havada harman tozları, anız kokusu…

Anıza bastın; kara bastın…Ağustosun yarısı yaz, yarısı kış…Sararmış kırlar soğumakta artık.

İstesem Niğde’ye giderdim. Bozkırdaki bir tren durağının havasını tadmak için Höyük’te indim.

Üstüm başım yolculuğun kiri pası…Tren kömür yakıyor da ondan…Kars’ta başlamıştı yolculuğum…Sarıkamış ormanlarından sonra Erzurum… Sansa Geçidinden Erzincan…Darüşşifası güzel Divriği…Pir Sultan’ın Kanlı Sıvas’ı…Erciyes’in gölgesinde Kayseri, İncesu, Yeşilhisar…Geceli gündüzlü uzun bir tren yolculuğu…

Höyük tren durağında toprağa ayak basıyorum.

Sağım solum sapsarı…

Durak görevlisiyle yarenlik…Yolculuğu anlatmamı istiyor. Kim durakların adı geçince gözleri parlıyor. Görev yapmış oralarda. Höyük, son durakmış onun için. Buradan artık “tekaüt” olacakmış.

Yarenlik sürerken güneş iyice batıya ağıyor.

Güzel konuttan, genç bir kız bir tepsiyle çıkıp geliyor: Çay, çörek, pasta…

Müdür açıklıyor: “Kızım…Ortaokulu bitirdi. Liseye gönderemedik. Kapandık kaldık burada.”

Gözgöze geliyoruz genç kızla…Derin mi derin hüzün yumağı gözlerinde…

Ne diyebilirim ki?

“ İnşallah, artık, tekaüde ayrılınca, yerleştiğiniz yerde okur liseyi.”

Tren duraklarının o kendine özgü kömür kokulu havası…Konut, ray deposu, bir küçük dükkan, çardak su kuyusu…Bize çay getiren genç kız, bakıyorum, pencerede…Anlattıklarımı duymak ister gibi. O yalnız, tenha tren durağında ne yapsın? Belki bir yolcunun verdiği gazete…Bir şeyin ayırtına varıyorum; radyodan klasik Türk müziği konserinin sesi geliyor.

Tren durağı şefi soruyor:

“ Nereye gideceksin? Kal bu gece burada, konuğum ol, yarın sabah yola çıkarsın?”

Onbeş gündür görmediğim anamı özlemişim.

“ Ortalık kararmadan Konaklı’ya erişmeliyim. Oradan da Nevşehir şosesine çıkarım.”

Gülüyor:

“ Oooo, zor iş. Her şey tesadüflere bağlı.”

“Olsun”, diyorum. “Deneyeceğim. Belki bu akşam Göre’ye ulaşırım.”

“ Peki, anlaşıldı. Israr etmekte fayda yok. Kafana koymuşsun bir kere. Yolun açık olsun !..”

Vedalaşıyoruz. Gözüm pencereye ilişiyor.

Esintili bozkır havasında tül perde dalgalanıyor.

…………..

Basmış da gölgesi çökmüş de sisi

Şu karşıki dağlar Köroğlu dağı

Kesti ışığını Bolu’nun beyi

İki kaşın arasına ay düştü

Su yürümeyince , dağ uçmayınca

Sevdiğin Şirin’i sarabilmezdin

Oyun oynar gibi ölüme gittin

Gencidin tezidin sıra bilmezdin

Biridin peşine bir alay düştü

Palazıdın şahin gibi konması

Dostları ardına varır sanması

Yol olmuştur en yiğidin yanması

Bu ateşten sana çokça pay düştü.

Bozok yaylasının şairi Gülten Akın Hanım’ı Ayvaz Ağıdı’nı öz özüme uyduruk bir besteyle, bet sesimle avaz avaz bağırarak okuyorum. Bozkırın anızları sapsarı, dalgalı tepeler bomboz…Ekerge yollarından yürüyorum. Bulut bulut kuş sürüleri inip kalkıyor. Onlar da doyma, doyunma peşinde. Yaşamın yasası bu. Yaşayabilmek için beslenmek…Gün iyice eğildi batıya. Melendiz Dağları morardı. Fotoğraf

makinalarımın olduğu çantam ağırlaşıyor giderek. Bozkır yolcusu ne yapar? Yürürken türkü söyler, şiir okumanın yanında. Semahat Özdenses’in şarkısı dilimde.

Akşam oldu hüzünlendim ben yine,

Hasret kaldım gözlerinin rengine.

Güneş battı.

Bir esinti çıktı. Önce serindi, sonra üşüttü beni…Montumu ilikledim.

Ayaklarım artık gövdemi taşıyamıyor sanki. Yürü ha yürü !

Konaklı köyüne giriyorum. Niyetim durmamak, Nevşehir yoluna çıkmak.

Evinin önünde bir delikanlı atı arabadan boşluyor.

Alacakaranlık…Selam veriyorum, dönüp bakıyor irkilerek. Şaşırmış…Karşılık veriyor.

“ Merhaba! “

“Yola çok var mı?” diye soruyorum. “ Yürüyerek ne kadar zamanda varırım?”

Dalgın, düşünceli.

“ Bu saatten sonra nereye gideceksin? Misafirimiz ol bu gece. Buyur, gel.”

………..

“ O kadar uzun düşünme, hadi gir içeri.”

Öylesine içten, temiz…Sıradan bir çağrı değil, yarımağız bir davet değil bu…Uymak gerek. Tanıtıyor özünü:

“ Hasan Kaplan…Köyün demirci ustasıyım. Sen kimsin, nerden gelip nereye gidiyorsun bakalım.”

Anlatıyorum. Kars’tan başlayan yolculuğumu.

Gülüyor. Gece vakti yola devam isteğim şaşırtmış onu.

“Maşallah, çok da cesursun! Kurdu , kuşu var bu diyarın? Geceler tehlikelidir.”

Avluya giriyoruz. Atı ahıra götürüp geri dönüyor. Ortada bir kuyu…Odalar var çepeçevre avluda sıralanmış. Tertemiz her yer, bir düzen, bir intizam…Elinde fenerle demircinin hanımı geliyor. “Hoş gelmişsiniz !” diyor. Açılan odaya giriyoruz. Ortalık kireç kokuyor. Belli ki yeni sıvanmış duvarlar. Öyle temiz ki odanın sergisi, sergeni…Çekiniyorum . Üstüm başım toz toprak…Trenin isi pasına bir de Höyük’ten bu yana toz, ter eklenmiş. Anlıyor demirci:

“ Çekinme, hadi!” diyor. “Pabucunu çıkar, rahat et. Elini yüzünü yıka hele!”

Hazır mıydı? Hanımı bir güğüm ısıtılmış su, leğen getiriyor.

Elimi yüzümü yıkıyorum.Uzatılan temiz havluyla kurulanıyorum.

Sedire oturuyoruz sonra.

Bu görgü, bu görenek…Bu temizlik, bu düzen…

1934 Romanya göçmenleri…Türkiye’nin Bükreş Büyükelçisi Hamdullah Suphi Tanrıöver’in çabalarıyla Dobruca, Deliorman Bölgesi Türklerinden bir öbek göçmen Anadolu’ya göçürülmüş. Demirci Hasan usta hiç anımsamıyor öz yurdunu. Çünkü O, burada doğmuş. Babası özlemle anlatırmış Romanya’daki köylerini. Şimdi, O burada çiftçi,ekinci…Köye ilk kez tekerlekli pulluğu da onlar getirmişler. Konaklı’nın eski bir Ortodoks köyü. Karamanlı Türk köyü. Görkemli kilisesi ayakta. 1924’te onlar Yunanistan’a gönderilmişler. Köy 10 yıl kadar boş kalmış, sonra yeniden “meskun” hale gelmiş.

Gözlerim kapanıp gidiyor.

Nerden nereye? Güneşi Sıvas’ta karşılamıştım. Yeşilhisar çukurluğundan sonra Araplı Geçidinin dolambaçlı dar koyaklarından Niğde yaylasına çıkmıştı tren…Höyük ve şimdi de Konaklı…Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyorum. Evin hanımı yere bir örtü seriyor. Üzerine bir kona oturtuyor. Bir kalaylı sini. Tepsi içinde bir ekmek…Akşam yemeği bu. Yörede “Maacir ekmeği” denen bu, demek ki. Fakat, bu sıradan bir ekmek değil, tam bir yemek. Değişik sebzeler, baharat…Fırında pişirilmiş. Aç olan bile yiyebilir bunu. Sonra çaylar geliyor. İyi demlenmiş …Uykum kaçıp gidiyor.

Yemek sonrası yine anılar…Babası rahmetlik anlatırmış. Onları aktarıyor.

Anlayışlı insan.

“ Sen yol yorgunusun; yat uyu!” diyor.

Hanımının kapıdan verdiği yorganı, yastığı, çarşafı alıyor. Sedirin yastıklarını topluyor. İzliyorum. Her şey tertemiz. Fakat, ben çekiniyorum. Ne yapmalı? Demirci odadan çıktıktan sonra yerde mi yatsam, ne yapsam?”

Uyku çekip alıyor beni. Yorgunum, yorgunum…Uykumun arasında hayal meyal at kişnemesi, inek böğürtüsü, koyun melemesi, horoz ötüşü…

Onsekiz yaşımın en güzel, en tatlı, en derin uykusunu uyuyorum o gece.

Sabah yine aynı özende, aynı güzellikte bir kahvaltı. Taze bazlama, tereyağlı, Çay, bal, kaymak, süt…

Vedalaşıyoruz. Gözlerimde yaş. Sanki, yıllardır tanışıyormuş gibiyiz.

1965 yılının Ağustos sonlarında bir gündü…

………..

Selanik Üniversitesi’nde görevli Dimitri Katsikas Kappadokis..Kapadokyalı soyadını sonradan almış; övünçle, gururla kullanıyor. Mimar ve rahip Doçent Doktor Dimitri her yıl olmasa da, iki, üç yılda bir gelir atalarının memleketine. Tanımadığı kimse kalmamıştır. Valileri, kaymakamları, belediye başkanlarını bilir, onların konuğu olur. Ürgüp’ten de çok tanıdığı vardır. Türkçe Öğretmeni Mustafa Kaya, ailesi iyi dosttur. Türkiye’ye her gelişinde Türkçesi gelişir; ziyaret gecikince biraz unutur gibi olur. Rahmetli yazar, öğretmen Fakir Baykurt, “Eşekli Kütüphaneci” adlı son kitabında Dimitri’nin özne olduğu olayları, Mustafa Güzelgöz Amcayı, onun Antikacı oğlu, iyi dost Aziz’i anlatır.

Dimitri’yle Ürgüp’ten çıktık yola. Otomobilin direksiyonu bende. Ayvalı, Güneyce, Mazı üzerinden Çarıklı köyüne ulaştık. İstediğimiz her yerde duruyoruz. Dimitri fotograflar çekiyor. Elinde güzel haritalar var. 1924 öncesi Ortodoks Türk Karamanlı halkın yaşadığı köylerdeki kiliseleri, manastırları araştırıyor. Birçoğu yıkıntılaşmış. Camiye çevrilenler kurtarılmış. Dimitri böyle bir kullanımdan mutlu oluyor. Fakat yıkıntılaşmış kiliseleri görünce kilitlenip kalıyor, üzüntüsünden bir süre konuşamıyor.

Sonra yolumuz Konaklı’ya düşüyor. Bilerek elbette; rastlantı değil.

Demirci ustası Hasan Kaplan, çayevi işletiyormuş.

Buluyoruz. Selam vererek içeri giriyoruz. Tanıyamıyor elbette. Anlatıyorum 40 yıl öncesini. Birden ayağa kalkıyor, bir hamleyle kucaklıyor beni. Gözlerinde yaş.

“Dal gibi ince bir delikanlıydın,” diyorum. “Hacim artmış.”

Gülüyor , “Sanki sen aynı kalmışsın,” diyerek sırtımı tapışlıyor.

Anlatıyor. Bizimkilere söylemiştim onu. Nevşehir’de işi olduğu zamanlarda, Göre’de bizim evde konuk kalmış. İyi ağırlanmış.

“ Baban, rahmetli Şükrü Bey’i birçok kişi iyi tanıyordu. Gavur Enehil’in şimdiki adı Dikilitaş. Orada öğretmenken birçok öğrencisi bana onu anlattı. Göre’ye sizin eve ne zaman varsam, sağolsunlar, iyi ağırladılar.”

İyi hazırlanmış, özel demli çaylar geldi. Yarenlik koyulaştı.Sonra hep birlikte Türk Ortodoks Kilisesi’ni ziyaret ettik Patates ambarı olarak kullanılıyordu ve sağlam kalmıştı. Dimitri mutlu oldu onun böyle durmasından.

Konaklı köyünden Demirci ustası Hasan Kaplan’ı 40 yıl sonra böyle gördüm.

2005 yılının güzel bir Ağustos günüydü…