Müslümanlar niçin geri kaldı?

Osmanlı neden çöktü?

Son zamanlarda, bazı yazarlar köşelerinde bu sorunun cevabını arıyorlar. Bu konuyu tartışmaya açtılar. Bazıları da bundan istifade ederek “Vur abalıya” misali İslamiyet’e, İslam büyüklerine saldırmayı fırsat bildi.

Asırlar önceki gelişmeler ile ilgili fikir yürütmek kolay değil. Tarihi olayları kendi zamanlarındaki şartlar içinde değerlendirmek gerekir. O günün şartlarını bilmeden, “bu da yapılır mıydı? Bu hatayı ben bile yapmam!” gibi serzenişler büyük yanlış olur, başkaları da yanıltılır.


Müslümanlar niçin geri kaldı?

Sorusunun cevabını bulabilmek için, isterseniz önce meseleyi biraz geriden ele alalım, konunun iyi anlaşılması için. İslâm tarihi incelendiği zaman görülür ki, İslâm dünyasının en kuvvetli olduğu dönem, 7. ve10. Asırlar arasıdır. 17. ve 18. asır, Fetret Devri, bir bakıma ayakta kalma mücadelesinin verildiği dönem. 19,20 ve 21. yüzyıl ise, Batı’nın üstünlüğünü mecburen kabullenme ve onların kontrolüne girme devri.

İslâm dünyasının yükselmesini, onuncu asra kadar Müslüman Araplar sağladı. On birinci asırdan itibaren, bayrağı Türkler ellerine aldı. Türkler, doğuda Bizans’ı çökerterek Viyana kapılarına kadar ilerlediler. Endülüs Devleti de Avrupa’yı batıdan sıkıştırmaya başladı.

Bu kıskaç sebebiyle, yarı vahşî bir hayat süren Avrupa, gerçek bir medeniyet ile tanıştı. Güçsüzlüklerini anladılar. Kendilerini tenkit etmeye başladılar. Bu öz eleştiri, Avrupa’nın toparlanmasına sebep oldu. Birçok buluşların, üstün başarıların kaynağında, zaten çaresizlik yatar.

Avrupa’da böyle gelişmeler olurken, Müslüman dünyası elde edilen zaferlerin rehavetine kapıldı. Sahip olunan üstünlük sebebiyle, Avrupalıları küçümsediler. Avrupa teknolojide, buluşlarda hızla ilerlerken, Müslümanlar bu yenilikleri ciddiye bile almadılar.

Müslüman’larının geri kalmasında coğrafyanın da rolü büyük: “Kurak Ortadoğu coğrafyasına, bir de denizlerden kopma eklenince, İslam âlemi, Avrupa’nın ürettiği ekonomik gelişmeyi üretemedi, elindeki mirası bile yitirdi. Hele de dünya ticareti Akdeniz’den okyanuslara kayınca İslam âlemi çöktü!”


İslam âleminin son temsilcisi Osmanlıların bir dezavantajı da, zirvede olmaları... Çünkü ‘zirvede kalmak, zirveye çıkmaktan çok daha zordur.’ Zirvede rüzgârlar sert eser. Zirvenin düşmanları çoktur. Bir dezavantaj da, insanın zirveye ulaşınca, gayretinin zayıflaması... İnsan isteklerine kavuşunca, rahata düşkünlük, uyuşukluk hastalığına tutulur. Zirveye çıkmada en büyük etken olan aşk, şevk kalmaz. Makam mücadelesi ve mal mülk yarışı başlar.

Bu kural, her devirde, her medeniyet, her cemiyet, cemaat ve millet için geçerlidir. Böyle durumda, herkes, külfetsiz nimet peşine düşer. Başka bir ifadeyle, herkes birer mirasyedi olur. Herkes, geçmişteki birikimden, payına düşeceğinin peşindedir. “Her nimet külfet karşılığıdır” prensibi unutulur, vermeden alan hazır yiyiciler çoğalır. Hâlbuki ayet-i kerimede, “Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm-39) buyurulmuştur.

Bu tehlikeli hastalığa, Osmanlı da maalesef yakalandı. Bunun neticesinde, devlet ricalinin büyük ekseriyeti oyun, eğlence peşine düştü. Yeniçeri, kendi vatanında, sanki bir işgalci orduydu. İkide bir kazan kaldırdıkları için, halkın ve padişahların korkulu rüyası hâline gelmişti. Tanzimat’tan sonra fen dersleri kaldırıldığı için Medreseler teknolojiden kopuk haldeydi. Tekkeler, tembellerin barınağı oldu. Memurluk, gizli işsizlerin sığınağı durumundaydı. Aslında, görünüş olarak, medeniyeti zirveye çıkaran bütün müesseseler ayaktaydı. Fakat bunların gerçek temsilcileri yoktu. İçleri boşaltılmıştı.

Demek ki, gerilemenin sebebi Müslümanlık değil, Müslümanlardır. İslamiyet’in emirlerine uyan kim olursa olsun, muvaffak olur. Avrupalılar bilmeyerek de olsa bu emre uyup; çalıştılar, çabaladılar ve neticede zirveye ulaştılar.
 

Sonuç:

Adaletin yeterli olmadığı, Yasaların çöktüğü bu yüzyılımızda, insanlığı uçuruma yuvarlanmaktan kurtaracak tek çare, ilk insandan günümüze kadar gelen tek ve yegâne temel ilâhî din olan İslâm’ı yeniden şahlandırmaktır.

Yeter ki İslâm, o ilk yüzyıldaki ruhuna ve canlılığına tekrar kavuşturulsun!

Yeter ki Müslümanlar, can çekişmekte olan Batı’yı taklit etmekten vazgeçsinler!

Yeter ki Kur’an ve hadisler, ölülerin gözleriyle değil de, dirilerin gözleriyle okunabilsin!

İşte o zaman, bu ilk ve son ilâhî mesaj, insanları tekrar sahte mutluluklardan gerçek mutluluğa ve huzura ve zenginliğe kavuşturacaktır.

Eğer sorun İslam’da olsaydı. İslam kısa sürede milyonları bulmazdı. ve ilk yüzyılında yeryüzüne hakimde olmazdı.

Çalışmadan uğraşmadan İslam’dan uzaklaşıp birilerine benzeme gayreti içinde olursak geri kalmak kaderimiz olur.

Tuncay Dalcı