SELVİ GÖVDESİNDEKİ TARİH

‘’ Ordu  İdareye el koydu bugün.’’

‘’ MGO * 3. Sınıfa geçtim.’’

‘’ Turist arabaları Kaymaklı yolunda.’’

‘’ Tuğgeneral İrfan Baştuğ bir trafik kazasında öldü.’’

‘’ MBK üyelerinin röportajları Cumhuriyet’te. Güzel.’’

‘’ Gece burda yattık.Tilki üzümü yemiş.’’

‘’ En güzel zamanda okul açıldı.’’

‘’ Patates sökümü başladı.’’

‘’ Satınca selviyi, ağam bana bir teyp alsa ya.’’

‘’ Küsmemiş Z.Bugün bana gülümsedi.’’

‘’ Türkan ablam gelin oldu.’’

‘’ Irak’ta ihtilal: Krallık yok artık.’’

‘’ MGO bitti. İvriz’e gidemedim.’’

‘’ Lise öğrencisiyim.’’

‘’ Fizikten bütünleme.’’

‘’ İtasan ! Nefret dolu.’’

‘’ Lise bitti.’’

‘’ Ankara yolcusu: DTCF ‘’

……………………………

Eski insanlar, artık hangi alfabeyi, hangi elifbayı kullanıyorlarsa, onunla yazıyorlardı olayları. Belki, geleceğe, kendilerinden sonra gelecek kuşaklara miras bırakıyorlardı yazı yoluyla. Yazı olmadan da şekilleri , resimleri kazıyorlardı mağaralara, kaya yüzeylerine.

Biz Göreli çocuklar ne yapıyorduk ? Nevşehir pazarından aldığımız kemik saplı söğüt yaprağı bıçağımızı bir iple boynumuza asıyor, sonra kullanmak için arayışa giriyorduk. Karpuz kesiyorduk, elma dilimliyorduk, koparmadan kabuğunu soyma yarışı yapıyorduk.

Yuvanlı bir yer adı…Niğde üzerinden gelen yol, tarih boyunca hep bu Ağyokuş’tan Boğaz’a girmiş, sağda tepesinde bir yatır türbesi olan,  aşık kemiği biçimli dağın önünden, Alıçyazısı’ndan, İvrişi’den, Göre’den geçerek Nissa’ya, Muşkara’ya, Nevşehir’e, Neapolis’e ulaşmış.

Niğde’den kuzeye doğru yol alırken geçilen Misli Ovası taa 1965’e değin kupkuru. Daha yeraltı sularını yeryüzüne çıkaracak elektrik gücü yok ortada. Melegübü, Derinkuyu da kuru, kurak. Suvermez Köyü’nün adı boşuna mı verilmiş? Eneği, Kaymaklı da öyle, Güvercinlik, Çardak da…Ancak Aşıklı Dağ’ın dibinden, Boğaz’dan çıkan su birden gökçe göğertili bir görünüm ortaya koyuyor.

1718 - 30  arasında Damat İbrahim Paşa, doğduğu köy olan Muşkara’yı Nevşehir adıyla bir beldeye dönüştürme çabasına girince, gelip yerleşecek insanlar için çeşmeler yaptırtmış. Susuz çeşme mi olur ? Nerede su?  Aşıklı Dağı’nın dibinde. Kayaları oymuş taşkesen ustalar, kalfalar, çıraklar; tünellerden su akıtmak için. Ya da, Evenüs işi künkler (lüle) döşenmiş yolboyu, yola koşut…Su akıtmak için. Kurşunlu Cami’nin şadırvanında abdest alacak müminler için…Göçer konarlığı bırakıp yerleşen yeni şehir halkı için. Gürül gürül, şelalelerce olmasa da, şırıl şırıl …akmış, akıtılmış  yüzyıllar boyu…

……………….

Daha ilkokula gitmiyordum. 5 yaşında olmalıyım. Nevşehir önlerinde öz dediğimiz çay boyunca bahçelerde uzun kavak ağaçları vardı; yer yer sık, ormancasına. Biz o ağaca ‘’selvi’’ diyorduk. İnce, uzun, zarif…Selvi boylu genç kız misali. Yapraklarını yel titretir, uğul uğul, seyretmeğe doyum olmaz. İnsan bakarken bakarken rahatlar da.

Çevrede orman olmayınca selviler pek gerekli. Evler yapılırken önem taşıyor. Tavanda, taban döşemede. Kapıda, pencerede, kona dediğimiz tahta sofrada.

Boğazda çıkan suyun tümü Nevşehir’e gitmiyordu.  Aşıklı Dağın dibindeki kumlu ekeneğimizi bahçeye çevirecek yeterli su vardı. Babam bu sulu yereye selvi dikmeyi akıl etmiş. Nevşehir’deki özün iki geçesindeki bahçelerde ne varsa, burada da olur, diye düşünmüş. Ballıkaya’dan kuzeye, Nevşehir’e doğru baktığımızda görür, seyrederken imrenirdik.

‘’ Oğlum, göreceksin; birkaç yıl geçsin. Yuvanlı da böyle görünecek.’’

İyi de, Güvercinlik, Çardak köyünün sığırtmaçlarında ağacı koruma kaygısı var mı? Sığır sürülerini otlatırken ne olacak? Ya da Eneği, Mumusun insanı Nevşehir pazarına mal götürürken buradan geçecekler. Hayvan bu, kaşınır. Düşünmez ki ağaç kırılacak.

‘’ Olsun ! Elbet fire verir bu selviler. Ne kurtarabilirsek. Büyüyenler bize yeter.’’

Ve günlerce uğraştık. Güzel nisan günlerinde Nevşehir özlerindeki bahçelerden satın aldığımız selvi dallarını diktik kumlara açtığımız çukurlara. Bastırdık. Can suyu verdik kova kova  taşıyarak suyu . Öyle zayıf , öyle dirençsiz görünüyorlardı ki. Babamın gözleri ışıldıyordu. Akşam, iş bitince, tabakasını çıkardı; bir tutam tütünü kağıda koydu, sigara sardı, çakmağını çıkarıp yaktı, keyifle seyretti.

‘’ Oğlum, seni izledim. Turist arabalarına  imrenerek bakıyordun ya. İlerde, belki biz de bir otomobil alırız bu selviler büyüyünce, satıp da.’’

Gülümsedim. Hayali bile güzeldi.

…………………………………

Selviler…Kurt yiyen de oldu gövdelerini…Kuruyan da…Sığırtmaç değnek yaptı; çiftçiler meses…Su başına çadır kuran esmer vatandaşlar yemeklerini yapmak için , su ısıtmak için ocaklarını kuruyan selvi ağaçlarımızın dallarıyla yaktılar. Patates sökmek için gelen işçilerimize yemeklerini de selvi kurularıyla ısıttık.

Yine de yüzlercesi dayandı, direndi, kendini kurtardı.

Soğuğu ünlüdür Yuvanlı Boğazı’nın. Kaç yolcu, nice çerçi burada donup ölmüş, çocukluğumuzda öyküleri anlatılırdı. Yazın patates sularken kaldığımız gecelerde yorgana sarılır, uyurduk. Sabaha karşı üzerimize çiğ düşerdi. Patates sökerken bu çiğler kırağıya dönmüş olurdu.

Kar tipilerinde kaç minibüs saplanıp kalmıştı da, Nevşehir’den, Göre’den çıkıp Kaymaklı okullarında ders veren öğretmenler Güvercinlik evlerine sığınıp son anda donmaktan kurtulmuşlardı.

………………………….

1960’a geldiğimizde selvi gövdeleri artık üzerlerine bıçak ucuyla resim kazınabilecek, yazı yazılacak duruma gelmişti. Deftere yazar gibi değil elbet. Pek de kolay olmuyordu, ama yazılıyordu. O gün ne olmuş? Siyasal durum, okulda başarı ya da başarısızlık…Ortaokul ve lise öğrencisiyken yaz dinlenceleri boyunca bir yandan ben, bir yandan emmimoğlu Hüseyin(**)  sanki günlük-günce-ajandaya yazar gibi yazdık. Söğüt yaprağı bıçağımız bir işe yarıyordu. Bu arada babam armut ağaçlarını akçaya aşılamıştı ve sıcak yaz günlerinde, erken olgunlaşan akçalar ağzımızı tadlandırıyordu.

……………………..

Ankara’da DTCF öğrencisi olduğum 4 yıl boyunca da , dersler sona erince, sınavlar bitince köye dönüyor ve hemen Yuvanlı’ya koşuyordum. Yonca biçmeyi seviyordum. Babam gurur duyuyordu bu bahçemizle.

‘’ Oğlum burası bir devlet, devlet…Kıymetini bilin !’’

Yıllar önce yazdıklarım, selvi gövdelerinde bana nostalji yaşatıyordu. Bazı resimler de çizmişim. Ağaç büyüdükçe çizgiler kalınlaşmış, derin yarıklar haline gelmişti. Bazıları artık okunmaz olmuştu. Onlar benim sır ortaklarımdı. Gizli işaret alfabesiyle yazdıklarım da vardı; herkesin okuyamaması için icadettiğim…

Bir yaz dinlencesinde selvilerin arasında geziyorum. Babam, diplerinden su geçirmek için kumlu toprağı boylu boyunca oydurmuş. Akan su değişik bir ortam yaratmış. Yabanıl yonca, semizotu, aslında kıraç ortamda yetişse de burada daha gür biçimde ortaya çıkan kekik, keven…Havada taze selvi yaprağı kokusu…

Birden bir yazı beni beynimden vuruyor. Bu, benim yazdığım yazı değil. Hüseyin’in olduğunu anlıyorum. Daha birkaç aylık. Derine inmemiş harfler.

‘’ Bugün Osman Ceylan öldürüldü.’’

Osman kim ? Benim  çocukluk arkadaşım.1958’de birlikte bitirdik Göre İlkokulu’nu. . O mu? Eve varınca Erol ağabeye soruyorum. Sesim titriyor. Evet, bizim Osman imiş. Kahvede bir kavgayı, ağız dalaşını mı önlemeğe çalışmış, ne olmuş?  Kendini bir sandalyeyle korumağa uğraşırken, Görelinin hiç sevmediği bir saldırganın salladığı bıçakla yaralanmış. Nevşehir’e götürülürken yolda ruhunu teslim etmiş.

Gözyaşlarımı tutamadım. Sonra, bu olayı Hüseyin’in şiire döktüğünü duydum. ( O yaz, Hüseyin ,Manisa Er Eğitim Merkezi’nde asker öğretmen idi ) Bulup okudum o şiiri. Şiir değil bir yürek yakan ağıt…

………………………….

‘’ Emrullah! Nevşehir büyüdükçe suya olan ihtiyaç artıyor helbet. Yeni mahalleler meydana geliyor. Göreliler de artık Nevşehir’de bi evimiz olsun diyor, daire satın alıyorlar. Çat’a, Gülşehir’e doğru; Uçhisar’a doğru, Avanos’a doğru, Boğazköy’e doğru  sürekli büyüyor şehir. Su lazım. Su nerede? Yuvanlı’da.

Geçen gün gittim geziyorum selvilerin arasında. Baktım, bir delikanlı…Elinde fotoğraf makinası selvilerin resmini çekiyor.

Selam verdim. Pek saygılı. Dedi ki :

‘’ Bu ağaçların gövdesi tarih olmuş. Neler neler var! Taa 1960’dan bu yana. Acı, tatlı olaylar resmedilmiş, yazılarla dile getirilmiş. Bazıları pek esrarengiz harfler, yazılar; anlamak mümkün değil. ’’

Ben güldüm. ‘’ Bunları yazan benim kaynım,’’ dedim.

‘’ Adı ne?’’

‘’ Emrullah Güney.’’

‘’ Nerede şimdi? Göre’ de ise, tanışmak isterim.’’

‘’ Önceden haberim olsaydı, söylerdim. MTA’da çalışıyor. Dün Ankara’ ya gitti.!!

Resim çekmeğe devam etti. Su işlerinden sorumlu mühendis imiş.’’

Eniştem Halil Ceylan böyle anlattı.

Bugün Aşıklı Dağı’nın dibinde, Yuvanlı Boğazı’ndaki o bahçemiz kuru bir ekenek…İşlenmiyor; boş. Çünkü su yok. Varolan tüm sular Nevşehir’e gidiyor. Su olmayınca selviler de kalmadı. Esen yellerin hışır hışır titrettiği o güzel gökçe göğertili yapraklarıyla selviler kurudu. O selvileri diken, binbir emekle , özenle büyüten başmuallim Şükrü Bey de, eniştem Halil Ceylan da, emmimoğlu Hüseyin de artık bu dünyada değiller…

Bir varmış, bir yokmuş…

Belki o su mühendisinin arşivinde , bizim eserlerimiz (!) selvilerin  gövdesindeki güncemiz-günlüğümüzün fotoğrafları duruyordur. Acaba, o günleri anar mı, düşünür mü Yuvanlı’daki selvileri ?

……………………………

15 Şubat 2020. Göre

…………………………………

·         MGO: Muhtelif Gayeli Ortaokul.1958-61 arasında Nevşehir’deki bu okulun öğrencisiydik.

 

** Bayır Köyün Çocukları adlı anılar kitabında Hüseyin Güney Yuvanlı’yı, Selvi ağaçlarını, yazılarımızı anlattı ( Bilgi Yayınevi-Ankara)