ABD EMPERYALİZMİ , DÜNYA ve ORTADOĞU
Dr Emrullah Güney
Britanya İmparatorluğu’nun eski sömürgesi olan ABD, neden dünya jandarması rolünü üstlenmiş, neden uzak toprakları sömürme hakkını kendinde görmüştür ?
Bu sorulara yanıt vermek için Monroe Doktrini’ni bilmek gerekmektedir.
Nedir Monroe Doktrini ? Bu, ABD dış siyasasında dönüm noktası olay , Başkan James Monroe’nun 2 Aralık 1823 günü yıllık Kongre mesajında dile getirdiği öğretidir.
Monroe, Eski Dünya ile Yeni Dünya’nın farklı sistemlere dayandığını ve iki ayrı dünya olarak kalmaları gerektiğini bildirmiştir.
Başkan’ın açıklamalarını madde madde açıklayalım :
1. ABD, Avrupa ülkelerinin iç işlerine ya da aralarındaki savaşlara karışmayacaktır.
2. Batı Yarıkürede var olan sömürgeci ilişkileri tanıyarak bu konuda herhangi bir müdahaleden kaçınacaktır.
3. Batı Yarıküresi yeni sömürgeci girişimlere kapalı tutulacaktır.
4. Herhangi bir Avrupa ülkesinin Batı Yarıkürede herhangi bir ulusu denetim ya da baskı altına alma girişimi ABD’ye yönelik bir saldırı sayılacaktır.
Önceleri Monroe İlkeleri olarak bilinen bu 4 madde 1852’den itibaren Monroe Doktrini olarak Dünya Siyasal Tarihi’nde yerini aldı.
Doktrinin temelinde Britanya İmparatorluğu’nun ve ABD’nin duyduğu ortak kaygı yatıyordu. İki ülke de kara Avrupa’sı devletlerinin yeni bağımsız olmuş eski Latin Amerika sömürgelerinin yeniden İspanya’ya bağlanması için harekete geçmesinden çekiniyordu. Böyle bir gelişme, Britanya’nın Latin Amerika’da ticari ilişkiler kurmasını engelleyecekti. Bunun üzerine Britanya Dışişleri Bakanı George Canning, İngiltere ve ABD’ nin ortak bir açıklamayla Latin Amerika’da yeni sömürgeci girişimleri mahkum etmesini önerdi. Monroe başlangıçta bu görüşü destekledi. Eski başkanlardan Jefferson ve Madison’ın da ona katılmasına karşın , sonuçta , yalnızca ABD’nin siyasasını belirleyen bir açıklamayı savunan ABD Dışişleri Bakanı Quincy Adams’ın görüşü benimsendi.
Batı Yarıküre’de tek yanlı ABD koruması anlamına gelen Monroe Doktrini, dönemin askeri güçler dengesi açısından gerçekleştirilebilecek bir dış siyasa değildi. Monroe ve Adams, Latin Amerika ülkelerindeki olası saldırıları durdurmak için Britanya Deniz Kuvvetleri’nin desteğine dayanmak gerektiğini biliyorlardı. ABD o dönemde büyük bir güce sahip değildi. Fakat kara Avrupası devletleri de Latin Amerika’yı yeniden sömürgeleştirmek gibi ciddi niyetler taşımıyorlardı. Bu nedenle Monroe’nın iletisi ABD dışında dikkate alınmadı.
1833’de Britanya, Malvinas adalarına el koydu ve adını Falkland ( Kartal Yurdu ) olarak değiştirdi. ABD buna ve diğer Britanya girişimleri karşısında ses çıkarmadı.
Fakat 1845 ve 48’de ABD Başkanı J K Polk, Britanya ile İspanya’yı Oregon, California ve Yucatan Yarımadasında köprübaşları elde etmeye çalışmamaları için uyararak Monroe İlkeleri’ni yeniden gündeme getirdi. 1867’de Fransa, Meksika’da Katolik İmparatorluğu kurmak istiyordu. ABD, Meksika sınırına ordu gönderince Fransa, bu projeden vazgeçti.
1870’den sonra Monroe Doktrini daha geniş biçimde yorumlanmağa başlandı. ABD bir dünya devleti haline geliyordu. Bu nedenle Doktrin, ABD nüfuz alanını belirleyen bir içerik kazandı.
1904’te Başkan Theodore Roosevelt, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmeyen Latin Amerika ülkelerinin iç işlerine karışabileceğini savunarak Doktrin’e yeni bir öge ekledi . Roosevelt Gerekçesi olarak bilinen bu yeni politikanın görünürdeki amacı, borçlarını ödemeyen Latin Amerika devletlerine karşı Avrupa ülkelerinin karşı yaptırımlara girişerek Monroe Doktrini’ni zayıflatmalarını önlemekti.
ABD, XX. Yüzyılda Latin Amerika ülkelerine, özellikle Antiller’e sık sık müdahale etti. Fakat 1930’larda bölgesel siyasaları oluştururken Latin Amerika ülkelerinin ve Amerikan Devletleri Örgütü’nün ( OAS ) eğilimlerini gözönüne alma zorunda kaldı. Monroe Doktrini, 1961’de SSCB ile ABD arasındaki Küba Krizi döneminde sık sık gündeme geldi.
ABD, günümüzde de kendi çıkarlarını ve güvenliğini tehlikede gördüğü durumlarda müdahalelere başvurması ‘’Dünya Jandarması’’ olma ve bu unvanı sürdürme kararlılığından ileri gelmektedir.
ABD artık her yerdedir. Pasifik Okyanusu’nda, Hind Okyanusu’nda, Afrika anakarasında, İran Körfezi’nde, Umman Denizi’nde, Akdeniz’de, Atlas Okyanusu’nda…Üsler, tesisler, uçak gemileri…
Britanya İmparatorluğu’nun özelliği okyanuslara hakim olmasıdır. Thalassokrasi… Günümüzde bu tanıma uyan devlet ABD’dir. Dünyanın her yerinde ordular bulundurmakta, devletlerin içişlerine müdahale hakkını kendisinde görmekte; hükümetler düşürüp , istediği ve kendi çıkarlarına hizmet edecek kişileri bakan yaptırmaktadır. Dünyada Beyaz Saray’ın, Pentagon’un buyruklarına karşı koyabilecek devlet sayısı sanıldığından çok daha azdır.
ABD başkanları, kendi ülkelerinin gençliğini uyuşturucu karşısında koruyabilmek için, haşhaş üreten ülkeleri cezalandırabilmekte, ambargo uygulamakta, ekonomisini felçli duruma getirebilmektedirler.
Bir ABD başkanının Holywood yapımı filmlerle ilgilenmesi, geri kalmış ülkelere bunların satılması için devlet başkanlarına talimat vermesi şaşırtıcı gelmektedir. Fakat, dünya kamuoyu bu filmlerle yönlendirildiğine göre, başkanların ricası (!) olağan sayılmalıdır.
Atlas Okyanusu ile Pasifik’i birbirine bağlayan Panama Kanalı konusuna değinerek, Washington yönetiminin kendi çıkarları için nasıl yeni devletler kurabildiğini, konfederasyonları nasıl bozup dağıttığını ele alarak Dünya Jandarması’nın sınır çizmede, siyasi coğrafyayı belirlemede oynadığı rolü belirterek bu konuyu bağlayalım.
Panama, İspanya ile Yeni Dünya’daki sömürgeleri arasındaki ulaşım yolu üstünde bulunması nedeniyle, XVII. Yüzyılda İspanya’nın en varsıl sömürge merkezlerinden biri oldu. 1821’de İspanya’ya karşı bağımsızlığını ilan etti. Libertador Simon Bolivar’ın kurduğu Büyük Kolombiyası’na katıldı. 1880 yıllarında Ferdinand de Lesseps’in yönetimindeki Fransız şirketinin kıstakta bir kanal açmaya başlayıp, daha sonra iflas ederek haklarını ABD’ye satmasının ardından, ABD Başkanı Theodore Roosevelt, kanalın yapımı için daha elverişli antlaşma koşulları elde etmek umuduyla, gelişmeye başlayan bağımsızlık hareketini destekledi. Ayaklanma ABD’nin gönderdiği ajanların tahrikleriyle yayıldı. 3 Kasım 1903’te Panama, Kolombiya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti. Yeni yönetim ABD ile Hay-Bunau-Varilla Antlaşmasını imzalayarak, Panama Kanalı Bölgesi’nin ABD Yönetimine girmesini kabul etti.
ABD, Latin Amerika ülkelerinin zeki, gelecek vadeden subaylarını Harp akademilerinde yetiştirmeğe özel bir önem vermeğe başladı. Örneğin bir hükümet United Fruit ile ilgili vergi artırıcı kararlar mı aldı, bir darbeyle cezalandırmağa başladı. Petrol, orman ürünleri, madenler ( özellikle bakır ) konusunda bu müdahalelerin örnekleri ciltler dolusu kitap yapar. Panama Kanalı, günümüzde artık kullanışlı olmaktan uzak olsa da, yine önemini korumaktadır.
Kanal Bölgesi’nin ABD’den geri alınması girişimleri yapılan pek çok görüşmeye ve antlaşmaya karşın başarısız oldu. ABD karşıtı gösteriler artınca ABD Başkanlığı, Pentagon, hemen ekonomik yaptırımlar uyguluyordu. Öyle ki 1989’da kendini Başkan ilan eden Noriega’yı , ülkeyi işgal eden ABD ordusu tutuklayıp, yargılamak için ABD’, Miami’ye ye götürebildi. Eski diktatör 40 yıl hapisle cezalandırıldı. ABD, kendi çıkarlarına aykırı kararlar alan Latin Amerika hükümetlerini uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama suçlamasıyla müdahale etme hakkını kendisinde görebiliyordu.
…………………..
Irak, Afganistan, Suriye…Endonezya’da deprem sonrası kargaşayı önleme bahanesiyle 15 bin askerini gönderen ABD…Nerede petrol var; ABD oradadır. Bir damla petrol bir litre kandan daha değerlidir. Bu kan kendi halkının da olabilir, işgal ettiği ülkenin insanlarının da…Ve dünyanın hiçbir ülkesinde petrol, yalnız petrol olarak akmıyor; daima kanla karışık olarak akıyor.
Obama ABD Başkanı seçildiği zaman, tüm dünyada olağandışı bir umut kendini gösterdi. İyimser bir hava doğdu. Sanıldı ki, ABD artık antidemokratik eylemlere son verecek, yoksul ve gelişmekte olan ülkelere müdahale etmeyecek. Ortalık sakinleşince, sağduyu egemen oldu ve şu görüş benimsendi : Obama kara olabilir, fakat yaşayacağı ev beyazdır.
ABD, dünya jandarmalığını sürdürüyor.
…………………………….