ACI , TATLI  OKUL  ANILARI

Hürriyet gazetesi köşe yazarı idi Pakize Suda. Sanırım sinema sanatçılığı da vardı. Bir yazısında dikkat çekici bir alaysama (ironi)  insanı gülümsetti... Diyordu ki yazarımız Pakize Hanım  : '' Türkiye'de 350 bin okul çağındaki çocuk eğitim olanaklarından yoksunmuş. Desenize ,ülkemizdeki mutlu çocuk sayısı da ancak bu kadar.''

Göre'deki ilkokulumuz 1934'de yapılmış görkemli bir yapıydı. Gurbetçilerin gösterişli evler yaptırdığı 1970'e değin de köyün / beldenin tek kiremit çatılı yapısı olarak kaldı.

Biz 6-12 yaş kuşağındaki çocuklar için okul, ikinci evimizdi. Onu pek seviyorduk. Koşa koşa giderken bir sabah-geç kalma korkusuyla- Edirneli öğretmen Ahmet Kaya Turan'ın ak saçlı annesi Halkevi dediğimiz güzel yapının ( ev olarak kullanılıyordu artık) önünde beni sevgiyle izlediğinin ayırdına vardım. Sesi çın çın, sevinç…

'' Koş yavrum koş!'' dedi.'' Yuvana koş !''

Ne var ki, döneminde koca pencereleri olan okulumuz ekim sonlarından mayıs başlarına değin pek soğuk olurdu. Zaten bir ders yılı da bu aylar içinde sürüyordu (1965'e değin köy idi Göre). Toplam 3 odasında 5 sınıfın öğrencileri ders görüyordu. Küçük, pencereleri yukarda bir oda da öğretmenlerin ders aralarında dinlenme odası olarak kullandıkları yerdi.

Her sınıfta soba vardı. Odun kayılarak yakılan bu sobalar pek çabuk geçer, derslik buz damı gibi soğurdu. Göre Çayı Deresi'nde güçlü yeller esende soğuklar dayanılmaz olur, 1250 metrelik yayla yükseltisinin soğuğu da eklenince parmaklarımız kalem tutamaz olur, yazımız titrek titrek, bozuk olur; dudaklarımız  keçeleştiğinden  okumamız da düzensizleşir, ağız inmeli sayrı gibi sesler çıkardı ağzımızdan.

Nazlı Ana, Yaşar Eryılmaz'ın babaannesiydi. Yaşarla aynı sırada otururduk, arkadaşlığımız iyiydi. Nazlı Ana okulun tek ''müstahdem''i idi. Sanırım kadrolu da değildi; ücreti Köy Bütçesi'nden karşılanıyor olmalıydı. Biz daha  6-7 yaşında çocuklardık. 4. ve 5. sınıflarda iri kıyım abiler vardı ve kimileri zalimce davranırlardı. Sevecen Nazlı Ana bizi onlara karşı anaçlığıyla korur, gözetirdi.

Nazlı Ana okulun tüm avlusunu ,girişini, derslikleri süpürür, elleriyle kovadan aldığı suyla su serper, toz kalkmasını önlerdi. Öğretmenler Odası'nda çay yapılır mıydı? Nevşehir'den gelen öğretmenler öğlen yemeğini nerde yerlerdi? Biz bunları bilemezdik. Sabah 3; öğleden sonra 2 ders yapılır ve saat 15'de öğretmenler evlerine dağılırdı. Yalnızca Salim Oğuz Öğretmenim Göreliydi; diger tüm öğretmenler Nevşehir'den geliyorlardı. Ulaşım sorunluydu. Düzenli bir taşımacılık yoktu. Otobüs, minibüs işlemiyordu tozlu yollarda. Yalnızca Remzi Kıyaroğlu Öğretmenimizin sepetli motosikleti vardı. Diger öğretmenler yürüyerek gidip geliyorlardı. Bu, onların yorulmasına, tam verimli bir eğiticilik yapamamalarına neden oluyordu.

Okulun üst yanında, yakınında bir çeşme vardı. Gürül gürül akardı suları. Ders arasında oraya çıkar, kana kana su içer, elimizi yüzümüzü yıkardık. Denetmen geldiği zaman, ellerin temizliğine bakarmış ( Böyle bir inanış yerleşmişti) ...Yine hemen herkes oraya koşar, çakıllarla ellerinin kirini sıyırır, denetmenin önünde öğretmeninin zor durumda kalması böylece önlenirdi.

Ders aralarında ne yapardık. Okulumuz Niğde Şosesi'ne doğru eğimli bir yamaçta. Okul ile yol arasındaki taşlık yamaç belki 1940'larda Köy İmecesi'yle seki seki yapılmıştı. Ağaçlar-akasya- da dkilmişti ama pek gelişmemişlerdi, çünkü toprak sığdı, ağacın kök salacağı derinlik yoktu.

En önemli sorun öğretmenlerin de, öğrencilerin de kullanabileceği temiz, düzenli bir tuvaletin olmamasıydı. Okul Başöğretmeni, bir yaz dinlencesinde, Köy Muhtarı ile işbirliğiyle bu sorunu çözebilirdi. Her yıl gelen denetmenlere karşı bu olumsuzluk nasıl açıklanıyordu, hala merak ederim. Yüksekteki çeşmenin artık suları da kullanılabilirdi tuvaletin temizliği için...

Biz oğlan çocukları öğrenci idik. Fakat, okula gidip gelirken, komşularımıza dikkat ediyordum. Kız çocuklarının eğitimi ''ihmal'' ediliyordu. Sayısız kız,öğrencilik yaşını evde,tarlada, bağ bahçede geçiriyordu. Sanırım okulun başöğretmeni ile muhtar arasında imza altınna alınmamış bir anlaşma vardı. Zaten, bir okul yöneticisi bu konu üzerinde durdu mu, kız çocuklarının kaydı konusunda ısrarcı oldu mu, hemen Valilik makamına şikayet ediliyordu. Biz bunları elbet o yaşlarda bilmiyorduk, ama büyüklerimizden duyuyorduk. Bakıyorduk geçen yılın başöğremeni gitmiş, başka biri gelmiş. Dönem DP Hükümeti dönemi ve Dahiliye Vekaleti'nin Mülki İdare Amirleri ''Görülen Lüzum Üzerine'' bir öğretmeni uzak bir ilçeye, örneğin yeni kurulan Kozaklı İlçesi'nin kolayca gidilip gelinmeyen bir köyüne atayabiliyordu.

Sonuçta, yaşdaş olduğumuz kızlar okuma yazma öğrenmeden, Cumhuriyet'in eğitim olanaklarından yararlanamadan geçip gidiyorlardı. Sanırım bir kızın okuryazar olması önemsenmiyordu da. Kız ana babaları için bu bir eksiklik değildi. Cumhuriyet'in 30. yılında okuryazarlık hala sorunluydu ve aileler ''Okuyup da ne olacak, kız çocuğu işte, yarın gelin olup gidecek, gazete okumasa, mektup yazamasa, hesap yapamasa ne yitirir!'' diye düşünüyor olmalıydılar. Bunun ayırdına na zaman vardık biz ? Bir gelinlik kıza dünür gidildiği zaman dikkate alınan özellikleri nedir ? Çalışkan olması, bağ bahçe işlerinde dikkatli olması, ev düzenine önem vermesi vb.

Evet, Pakize Suda Hanım'ın yazısındaki ironi (alaysama) bize bu yazıyı yazdırdı. Göre İlkokulu bugün hala yerinde duruyor. Kocaman pencereleri ile ferah, aydınlık bir yapı. Kiremitleri yok, çatısının tahtaları satılmış. Seki seki bahçeleri yabanıl otlarla kaplı...Artık eğitim İvrişi'ye doğru, eski yol ile yeni Niğde Yolu arasındaki bahçelere yapılan gösterişli binalarda (ortaokul da var yanında) sürdürülüyor.

Okula gidebilmek bir mutluluktu 1950'lerde...Öğrenci olmanın mutluluğunu 1960 öncesinde biz yaşadık. Sabah derse başlamadan önce okuduğumuz AND, Oylu Dağı'nda yankılanırdı. İnce, çocuk seslerimizle...Ayazlarda elimiz kalem tutamasa da, ağzımız donduğundan sözlerimiz çarpık çurpuk çıksa da, yürüyerek geldiği için yorgun öğretmenlerimizden tam yararlanmasak da, tuvaletinin olmamasından şikayetçi olsak da, okulumuzu sevdik, öğrenciliğimiz aksamadan sürdü, bugünlere geldik...

Pakize Suda Hanım, yazısında bir gerçeğe dokunuyor. Bu, çarpıcı bir Türkiye resmidir. Eğitim önemlidir. Eğitim düzelmeden ekonomi de düzelemez. Okula gitmeyen değil, okullu çocuklar mutlu olmalı bu ülkede. Nice çocuk, dağ başlarında, kaya diplerinde açmış çiçekler gibi solup, kuruyup gitmemeli. Eğitim en pahalı yatırım. Köy çocuklarının eğitimi için, kız - erkek ayırımı yapmadan , özveri gerekiyor. Devletimiz okulu da yapacak - içinde temiz tuvaleti olan, suların aktığı - eğitmenlerin konutunu da yapacak, öğrenciyi o yapıda mutlu kılmak için besleyici gıda maddeleri de ikram edecek...Başka türlü geleceğe güvenle bakamayız...

.........................................