ADINI BİR IRMAKTAN ALAN ÜNİVERSİTEDE BİR BİLİM ADAMI
'' Şuna bakın! Bir coğrafyacı böyle yazı yazar mı?, Hadi yazdı diyelim, buna makale denir mi?''
Göbeği göğsünden yarım metre önde, sara nöbetine tutulmuş gibi, titreyerek , çevresinde toplanmış genç asistanlara böyle söylüyordu Doktor Fil Hilmi, Osmaniyeli idi. Ankara’da DTCF’yi bitirdikten sonra, Almanya'da 12 yıl bilim tahsil (!) etmiş; Dr unvanıyla yurda dönmüş, büyük üniversitelerden yüz bulamayınca Mamuretülaziz Üniversitesi'ne razı olmuştu. Konuşmasını bilirdi de, yazıya gelince Türkçesi pek zavallı idi. İlkokulda bir yazma-kompozisyon sınavında öğretmenden geçer not alamazdı.
Almanya'da yaşamış diye, herkes gözünün içine bakıyordu, ağzından çıkacak sözleri can kulağıyla dinliyordu . Kısa zamanda kentte çıkan 2 gazeteyi yazılarıyla boğmuştu: Şehirleşme, slum, shanty towns, gecekondulaşmayı önleme, infrastruktur ,vb...Gazetelerin sahip ve yazı işleri yöneticileri bıkmış, usanmıştı...
Bir taşra üniversitesinde vakit nasıl geçer ?
Çoğunluğu 30 yaş altındaki gençler oluşturuyordu kadroyu. Çoğu da bekardı. Ya da kentte-bölgede yaşanan anarşi-terör nedeniyle ailelerini memleketlerinde bırakmıştılar; taşınmamıştılar... Nerde Şam, orda akşam. Karaboran zaman zaman evine çağırıyordu asistanları, genç memurları. Darjeeling çayı ikram ediyordu, portakal kabuklarının güzel bir aroma kazandırdığı bu çayları içmeğe doyum olmuyordu. Sonra, ev sahibi hep kendini anlatıyor, özünü öğüyordu. Almanya'da nasıl yaşamıştı, kimlere ders vermişti, hangi ulustan öğrencilerle yaşamıştı, anlatıyor, anlatıyordu. Kendisinden başka kimse bilimle uğraşamazdı...Tek adam, tek yetkin bilgin idi o.
.........................
Okullarda dersler bugün başlıyor. Oğlum Umut artık Anadolu Lisesi ortaokul hazırlık sınıfı öğrencisi. Sabah erken, oğlumun istediği Ceymis Bond çantayı,defteri, kalemi, kitabı almak için kent merkezine inmiştim. Bir tanıdık terzinin önünden hızlı hızlı geçerken, içerden bir çağrı geldi:
'' Hocam, buyurun, sabah çayını birlikte içelim...''
Terzi Ömer Usta...Harput Türkçesini en güzel konuşan , güleryüzlü, konuğa değer veren, kimi Elazizliler gibi dışarıdan gelenleri dışlamayan, sevecen , aydın bir esnaf, sanatçı...Çağrı içtendi. Uymamak olmaz. Demli, güzel çaylar geldi...''Hocam kahvaltı yaptınız mı?'' Yalnız çay içildi. Fakat bir kuşku bulutu dolaşıyor dükkanın havasında. Nedir, ne oluyor?
'' Hilmi Karaboran'ı nasıl bilirsiniz Emrrullah Bey ?''
Bir an şaşırdım. Sabah sabah neden gerekiyordu ki !
'' Elbette,iyi tanırız. Ağbimizdir, geniş kültürlü, yol gösterici, yardımcıdır.''
Dükkandakiler birbirlerine baktılar, sonra bana döndüler. Bakışlarında ''acıma'' sezdim: '' Vah zavallı nasıl da yanılıyor. Saf mı, aptal mı , nedir?'' Söylemediler ama, sanki demişcesine anladım.
'' Hocam, Hilmi Bey yarım saat önce buradaydı. Elindeki bir dergiyle dükkan dükkan geziyor, sizi anlatıyordu herkese. Şunu anladık: Bir fırsatını bulsa sizi bir kaşık suda boğacak.''
Dondum, bakakaldım. Ben ne yapmışım meslekdaşıma; saygıda kusur mu etmişim ? Arkası geldi terzi Ömer Ustanın konuşmasının : '' Diyor ki, bir coğrafyacı bunu yazar mı, yazsa da yayınlatır mı? Hiçbir kıymet-i harbiyesi yok bunun. Makale de denemez...Biz dedik ki, madem o kadar önemli değil, üzerinde durmayın! Niye üzüyorsunuz kendinizi ? Darıldı. Bizden çıktı, karşıdaki kitapçıya girdi...Orda da elindeki dergiyi sallaya sallaya, heyecanlı heyecanlı konuşuyordu.''
Merak ettim. Zaman zaman gezilerimin izlenim ve gözlemlerini yazıya döküyor, ak-kara resimler, diapozitifler ekleyerek bazı dergilere gönderiyordum. Yayımlanmayan yazım olmuyordu. Anladığım kadarıyla beğeniliyordu da. Sözkonusu dergi elime geçmemişti. Demek, postacıdan alıp onu, el koymuş. Dedikodu malzemesi yapmak için yeterli bir kaynak...
İçim buruk çıktım dükkandan. Fakülte olarak kent içinde bir apartman kiralanmıştı. Önce arabamla oğlumun okuluna, Harput yokuşundaki yapıya gidip aldıklarımı teslim ettim. Dönüp geldim . Sosyoloji asistanı Mahmut Atay ile merdivenlerde karşılaştım.
'' Bu adamın senden alıp veremediği nedir?'' diye sordu. Gülümsedim, yanıt vermeden odama çıktım .Demek, herkese anlatmış terzide söylediklerini.
Sosyal antropoloji asistanı Muhtar Kutlu odama geldi. Köşeyi imlerken gülüyordu : ''Meğer senin bu çelik dolap tehlikeli maddelerle doluymuş. Malum zat bizleri topladı, dolabın kapağını açtı, ' Bakın, bir coğrafyacının kitaplığında bu eserler mi olur,' diye sordu.''
O gün akşam, Ortahisarlı yargıç Mustafa Paççı Bey konuğumuzdu. Ailecek geldiler. Yedik, içtik, fıkralarla güldük. Sonra yargıcımız birden ciddileşti. '' Geçen hafta seninki ziyaretime geldi. Hemşehri olduğumuzu bile bile seni eleştirdi. Güya ona değer vermiyormuşsun, her yerde tenkid ediyormuşsun. Eğer dediklerini yapmazsan doktora tezin de sonuçlanmayabilirmiş.''
Hemen her gün üniversite içinden, kentten haberler geliyordu. Sık sık katıldığı ulusal-uluslararası sempozyumlarda bildirilerini (!) sunduktan sonra, meslekdaşlarla yarenlik ederken de yine beni eleştiriyormuş. Bunları sonradan öğreniyordum...
Bunların üzerinde durmuyordum, önemsemiyordum, fakat ruhsal yapım da etkileniyordu bu davranışlardan. Kentte zaten korkunç bir terör vardı, her gün misillemeler sonucu gençler vuruluyordu. Başımıza bir bela gelmesin diye adımlarımızı dikkatle atıyorduk. Cumhuriyet gazetesi tiryakilikti bizde, onu bile dikkatle, gizlice alıp okuyorduk.
12 Eylül 1980 sonrası, aldığımız haberlere göre, Ürgüp Lisesi'ndeki arkadaşlarımız içerdeydi, yargılanıp tutuklanmıştılar. Sıkıyönetim Komutanlığı'na gelen bir dilekçe varmış. Beni de Lise'yi karıştıran öğretmenlerden birisi diye Ürgüp Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Aydogan Ünüçok adlı ( Pazarören Öğretmen Okulundan koğulmuş eğitimi yüksek (!) zat ) birisi yazı yazmış. Bunlar ardarda gelince huzursuzluğumuz , gerginliğimiz artıyordu.
Üniversitedeki yerliler de değişik bir davranış içindeydiler. ( Localpatriotism ) ABD'nden Seattle kentinden Roma Jones adlı aile dostumuz , üzerindeki adreste Dr unvanlı mektuplar, diapozitifler gönderiyordu. Bunlardan biri benim elime geçmeden bir yurtsever (!) yerli asistanca el konulup Sıkıyönetim Mahkemesi'ne şikayet edilmişti. Fakat, unvan sahtekarlığı diyerek yapılan şikayet işleme konulmamış, dikkate alınmamış; suratlarına çarpılmıştı. Anladılar mı ? ……………………………
Kazaya uğrasa da, gecikmeli de olsa,tezimizi savunup, sınavını başarıp Dr unvanını kazandık. Fakat 1978 yılı haziranının 5. gününden beri süren birlikteliğimizi sonlandırmanın vakti gelmişti. 1985 yılında idik artık.
Aradan epey zaman geçti. Dr Hilmi Karaboran artık Profesör unvanı taşıyordu. İnancına göre yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada kendisinden başka bilim adamı, coğrafyacı yoktu. Ömrü boyunca sadece bu unvanı kazanmak için çalışıp çabalamıştı. Akademik unvanların doruğu demek olan profluğu elde etmişti. Cenap zat ile yıldızımız hiç barışmadı. Dicle Üniversitesi'ne başvurduğumuzu öğrendiği zaman da Rektör Prof Dr Arif Çağlar'la görüşüp durdurmağa çalışmış benim girişimimi.
Adını ünlü ırmaktan alan üniversiteden ayrılıp, yine adını bir başka ünlü ırmaktan alan üniversiteye geçtikten sonra da beyefendinin ilgisi (!), sevgisi (!) sürdü bize karşı . Yardımcı Doçent unvanıyla görev yapıyorduk . Yardımcılıktan kurtulmak gerekiyordu. Başvurumu yaptım. Doçentlik sınavında yedek üye idi. O sınavda jürinin asıl üyelerinin tümü hazır bulunduğu için , kendisine gerek duyulmamıştı. Bu, pek zoruna gitmiş efendinin. '' Ben hayatta olduğum sürece, O Nevşehirli doçent olamaz,'' demiş çevresindekilere. Bunları bana, oradaki meslekdaşlarım sonradan anlattılar.
Coğrafyacı olup da Dr Karaboran ile ilgili bir anısı olmayan hemen hemen kimse yoktur. Bir örnek verelim. Dr Ergün Dayan, Muğla Üniversitesi'nde coğrafyacı idi. Doktorasını yurt dışında yapmış; İngilizce ve Almancayı iyi bilen bir akademik eleman... Ancak, zaman zaman 'alerjik' bulunuyor, adı dillendiriliyordu toplantılarda. Kaçıncı girişi doçentlik sınavına, bilmiyorum, olumsuz görüş bildirilince sınav sonrası , Prof Karaboran demiş ki Dayan'a: ''Şimdi git, bir daha da gelme karşımıza.'' Bıçak kemiğe dayanmış. Yitireceği bir şey yok. Dayan karşılık vermiş : '' Orası belli olmaz. Kimin gelip ,kimin gideceğine sen mi karar vereceksin?''
O sınav dönüşünde , aşırı stres sonucu olsa gerek, Karaboran sonsuzluğa yürüdü Elazığ’da. Yaşamayı, yemeyi içmeyi, öğünmeyi, sohbeti pek sevdiği bu dünyaya doyamadan, daha yaşı 60 bile olmadan adres değiştirdi. Bir yıl sonraki sınavda da, Dr Dayan başarılı bulundu; doçent oldu. Gecikmeli de olsa biz de Doç. unvanını elde ettik. Demek, yaşasaydı, unvansız kalacaktık. Etme bulma dünyası...Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli...
Bu yazımızda , 5 Haziran 1978 ile 30 Eylül 1985 arası görev yaptığımız üniversitede dikkat çeken bir büyük bilim adamının portresini vermeğe çalıştık..
................................ ………………….
Not : Metinde kimilerinin adı değiştirilmiştir. Bilen bilir.