Canavar

 

10 Kasım 1938.Perşembe. Saat 11.30...

Türk ulusunun Uluğ Başbuğu Müşir Halaskar Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sonsuzluğa göçettiğini,

radyo daha yaygın olmadığından,  karakollar  köylüye duyurdu. Ata’nın hasta olduğu biliniyordu.

Ama,umut işte. Belki,  iyileşir diye bekliyordu herkes.

 

Köyden kente her yerde , o gün yaşam durdu.

 

Derin bir acı elle tutulur, gözle görülür oldu. Güneş kara bulutların ardında yitip gitmişti.

 

Gökler de sanki Türk ulusuyla ağlar gibiydi. Sulusepken kar yağıyordu. Ortalıkta sis, duman.

 

Nevşehir’de esnaf dükkanını açıp da içeri girmek, iş yapmak istemedi.

 

Kunduracı Ömer ağa bir iki mes dikti.  Dalgın, düşünceli…

Tadı yoktu. Bıraktı. Evine gitti. Gözlerinde yaş.

 

Aşevi sahibi İbrahim ağa köylüleri beklediyse de kimse gelip bir tas çorba içmedi.

 

Cumhuriyet İlkmektebi Başmuallimi Hamid  Bey, o acılı günde tüm muallimleri önce odasında topladı, HalaskarGazi Paşamızın sonsuzluğa yürüdüğünü anlattı, sonra evlerine gönderdi; ders yapılamıyordu çünkü. Bir gün de olsa tatili büyük sevinçle karşılayan çocuklar, ilkmektep,ortamektep talebeleri sessizce evlerine yollandılar.

 

 Yarıya indirilmiş bayrak, direkte yaslı yaslı,boynu bükük duruyordu;dalgalanmıyordu. Bayrak da, sanki halkın büyük acısını anlamış gibiydi.

 

Melegübü’nün Suvermez Köyünün, eski Karamanlı Ortodoks Türk halkının kilisesinden çevrilmiş  ilk mektebinin tek muallimi Şükrü Güney, derin üzüntüsünü, öğrencilerine İstiklal Harbini, Atatürk’ü anlatarak, şiirler okuyarak geçirdi.  Dört yaşındaki oğlu Yücel de öğrencilerin arasına girmiş, dinliyordu.

Şiir Yusuf Ziya Ortaç’ın ( Akbaba Mizah Mecmuası sermuharriri)  idi.

 

26 Ağustos gece sabaha karşı,

Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.

 

Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar,

Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar.

 

Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı

Alevlerin içinden geçti binlerce atlı.

 

Akdeniz ayakları altında ordumuzun,

Mavi bir atlas gibi serilmişti upuzun.

 

Süngüler ilk amaca tam ondört günde vardı,

O gururlu Yunanlar yere düşüp yalvardı.

 

Şiiri bitirince gözyaşlarını tutamadı.

Öğrencilerin arkasında köyün ilerigelenleri, mübadiller, yerliler , ergin insanlar da vardı.

 

Nevşehir Kazası Adliyesinde davalar ertelendi.

Yargıç, savcı, mübaşir önce memur kulübüne gittiler, sonra evlerine dağıldılar.

 

Damad İbrahim Paşa Camisi önünde, öğlen ezanını bekleyen yaşlılara, imam Lütfi Efendi anlatıyordu:” Osmanlı’nın son zamanlarında bir ay ramazanda cer hocası olarak köylere imam dururduk. Cerr Arapçada dilenci manasına da gelir. Bilhassa 3 aylarda imam durursun. Amma,köylü kurnazdır; harman yerinin son süprüntü zahiresini verirdi bize. Buğday lüküs, yok ...Çavdar,yulaf..Değirmene götürüp öğütemezsin.  Satsan,en düşük fiyattan. Cer hocası tahılı derlerdi, ancak tavuğa yem olur…Halaskar Gazi Paşam, bizi adam yerine koydu da aylığa bağladı. Dilenci olmaktan O’nun sayesinde kurtulduk. Mekanı cennet olsun, kabrine nur yağsın!..”

 

Yaşlı insanlar, derin bir üzüntü içinde, fatiha okudular.

Biraz sonra öğlen vaktini haber veren ezan, Türkçe duyuldu..

 

Çat köyünden Yusuf ağa, bir gün önceden , kehribar gibi kızarmış üzüm salkımlarını küfelere yerleştirmiş, avludaki at arabasına yüklemişti. Sabah Melegübü köylerine götürüp satacaktı.

Atatürk’ün fani dünyadan göçtüğünü öğrendiği zaman derin bir hüzün kapladı içini.

Dünyanın boşluğunu düşündü.

 

“ Gazi Paşa da göçüp gittikten sonra, üzümü satsan ne olacaaak,

para kazansan ne olacaaak?” dedi yüksek sesle.

 

Evdeki kadın,kız,gelin  ellerini önlerinde kavuşturup boş boş baktılar.

 

Ürgüp’te de ilkmektepte dersler yapılamadı. Talebeler  evlerine gönderildi. Çökek köyü ilkmektebi muallimi Göreli Halil Özer, gözyaşlarını tutarak, talebeye Atatürk’ü yitirdiğimizi açıkladı. Biraz sonra İstiklal Harbi gazileri başsağlığına geldiler. Büyük üzüntülerini savaş anıları anlatarak azaltmağa çalıştılar.

 

Uzun uzun kavaklar,

Dökülüyor yapraklar,

Ben atama doymadım,

Doysun kara topraklar.

 

Doktor doktor kalksana,

Lambaları yaksana,

Atam elde gidiyor,

Çaresine baksana.

 

Ürgüp çarşısında semerci ustası Hakkı ağa bıraktı işini gücünü.

Ağladığını kimseye göstermemek için dükkanına kapandı, kapıyı arkadan koraladı.

 

Evlerde halı dokuyan kızlar mani söylemeyi, türkü çağırmayı kestiler.Dalgın dalgın ilmek attılar.

 

Aravan köyünden İsmail Ağa, bitirgen kayısılarını Ürgüp çarşısına götürüp bir bakkala verecekti, vazgeçti. “ Ne doymazmışsın kara toprak !“

                 Koca Kemal Paşa’yı da bağrına alıyorsun ya” dedi efkarlı efkarlı.

 

Damsa koyağı sisler puslar içindeydi. Refik Başaran aldı sazı eline, ağıt yakmağa çalıştı.

 

Gomutandı, muallimdi, insandı…

Gelmedi dünyaya onun gibi birisi.

Yedi düvele garşı goydu da,

Yenemedi Kemal Paşam, sinsi derdini.

 

Gözyaşlarını tutamadı Başaran. Ağıtı tamamlayamadı. Sazını duvara astı.

 

 

Taşkınpaşa köyünde tek başına yaşayan Nazik Bacı’nın o gün koyunu eve dönmedi.

Çoban da bilmiyordu hayvancağıza ne olduğunu. Suçlanmıştı. Sürü köye girdikten, koyunlar evlere dağıldıktan sonra anlaşılmıştı durum. Zavallı kadına acıyan birkaç komşusu, Avlağı dağına koyunu  aramağa çıktılar.  Nazik Bacı, sonunda kendi buldu hayvanı: Bir iki parça yünlü deri, kemikler…

 

Kadıncağız dövüne dövüne ağlamağa başladı.

Aşağılara,Damsa koyağına doğru, kurda kargış yağdırıyordu.

 

“ Canavaaar, canavar ! Kemal Paşamın öldüğünü duyduuun.  Guzumu yidiiin!  Seni de başga canavarlar parçalasııın…Başga canavarlar da seni yisiiiinn !Paşam yaşasaydı yiyebilir miydiiin guzumuuu ? ””