SUSUZ LOKANTA

'' Arkadaşlaar! Kalkın gidiyoruz ! ''

1964 Kasım ayında üniversiteli olduk. Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisiyiz. Nevşehir gibi kasaba irisi bir yerden büyük beldeye gelmişiz ( nüfusu 646 bin ). Dağdağası başımızı döndürüyor. Alışmağa çalışıyoruz.

Dersimiz saat 12'de sona eriyor. Ferah ferah zaman yok. Öğlen sonrası saat 13'te yeniden başlıyor dersler. Ben coğrafya bölümü öğrencisi olsam da, Fransızca bölümünün, vakit kalırsa Sosyal Antropoloji-Etnoloji bölümünün bazı seçtiğim derslerini de izliyorum. Dersler dışında beni arayan Coğrafya Enstütüsü'nün oldukça varsıl kitaplığında buluyor. Derslerimizin çoğunun kitabı yok; not tutuyoruz. Kitaplıkta İstanbul Coğrafyacılarının kitapları bulunuyor. Onların çoğunu Ordinryüs unvanlı coğrafya profesörleri yazmış. Hayranlıkla okuyor, notlar alıyor; harita-metod defterime aktarıyorum.

En önemli sorun: beslenme.

Sınırlı cep harçlığımızla nerede ne yiyebiliriz ? Karnmızı nerede doyurabiliriz ?

Kızılay'da , Sıhhiye'de lüks restaurantlar var. Bize göre değil.

Daha girerken kapıdan içeri, garsonlar üstümüze başımıza bakıp surat asıyorlar. Bizden bahşiş alamayacaklarını biliyorlar. Arkadaşım Ercan Gönen ile bilmeden böyle bir restoranta girdik. O defteri kapattık.

Lokanta, aşevi...

Ülkemizin her yerinden gelmiş arkadaşlar var. Her gün tanıdık çevremiz biraz daha genişliyor. Kıbrıs'tan gelen öğrenciler bile var. Onlar öğleyin ortadan yitiyorlar. Öğreniyoruz ki, dernekleri var; düzenli kahvaltı veriyor, öğlen ve akşam yemekleri de gayet iyi imiş.

Herkes çevreyi tarıyor. Nerede yiyebiliriz öğlen yemeğini.

Bizi aşağılamayacak , surat asmayacak çalışanlar olmalı.

Mütevazı...Yediğimiz içimize sinmeli.

Strasburg Caddesi Sıhhiye'yi Maltepe'ye bağlar. Bu caddeye açılan dar bir sokakta bir küçük aşevi varmış. Dört masalı, 10 sandalyeli. Yalnızca kuru fasulye yeniliyormuş.

Ala ve rana.

Tamam. Gidip gördük, beğendik. Tombalak bir adam işletiyor. Çırağı, garsonu yok. Bizi güleryüzle karşılıyor. Mutlu...Oturuyoruz, çeyrek ekmekle kurumuzu yiyoruz. Üstüne de bir metal sürahiden kireç kokulu su, tamam...

Okulumuzun yolunu tutuyoruz doymuş ( !) olarak.

Bir hafta, iki hafta, üç hafta...

O yıllarda cumartesi günler saat 13'e dek ders işlenirdi. Demek, haftanın 6 günü o aşevinde yemek yiyoruz. Arkadaşlar yalnız kuru fasulye yemenin güldürüsünü de hazırlamışlar.

'' Yahu, kuru yiye yiye kulaklarımızdan yeşil fasulye çıkacak bu gidişle. ''

Gülüyoruz. Doyduk ya, tamamdır...

Ve elbet, herkes doymanın, doygunluğun verdiği mutlulukla çevresine tanıtımını da yapmaktan geri kalmıyor. Tombalak aşevi sahibinin müşterisi gittikçe artıyor. Adam pek mutlu; çünkü kazancı iyi. Bu arada daha yakından tanıyoruz. Bolu Mengenli. Taa 2.Dümnya Savaşı yıllarında küçük bir çocukken gelmiş. Ustalarının yanında rahat edememiş ( nedense ), onlar da zaten hep İstanbul'a göçedip, mesleklerini orada lüküs (!) restaurantlarda icra etmişler...

Bizlerle ilgilenmesi de hoşumuza geliyor ( gidiyor değil; doğrusu geliyor ); nereli olduğumuzu, ailemizin geçim yollarını soruyor. 17, 25 arasında gençleriz. Mutlu oluyoruz bu ilgiden.

Bir gün...

Oldukça kalabalığız. 10 sandalye yetmiyor. Komşusu mobilyacıdan 4 sandalye getiriyor adam. Fakat ekmek yetmiyor. Fasulyenin suyuna ekmeği bandıra bandıra yemedikten sonra ne tadı olur.

Tombalak aşçı fırına gidip telaşla, ekmek getirmek için dışarı çıkıyor.

Giresunlu Fikret Ekiz arkadaşımın, küçük aşevinin arkasına doğru yürüdüğünü görüyorum. Bir perdeyi çekmesiyle bize doğru bağırması bir oluyor.

'' Arkadaşlaaaar ! Gelin buraya bakın, neler var ? ''

Hepimiz yerimizden fırlayıp oraya ulaşıp, bakıyoruz.

Yerde büyük bir leğen. Su  su olmaktan çıkmış, kapkara... İçinde tabaklar...Pis birkaç bulaşık bezi. Çeşme, musluk nerede ? Ocakta kaynayan kuru fasulyenin ham kokusu havayı doldurmuş. Eski model hela da orada. Akarsu var mı ? Yok...Uyduruk bir testi.

Kusmamak için kendimizi zor tuttuk. Dışarı fırladık. Adam ortalarda görünmüyor. Demek fırın uzakça. O gelmeden, ona görünmeden fakültenin yolunu tuttuk.

Demek, kuru fasulyenin tadlı oluşu,  yıkanmayıp, o kirli bezlerle uydurukça temizlenmesinden ileri geliyormuş.

Bir daha da uğramadık o tombalak adamın ünlü aşevine.

Herkese de anlattık, gitmek isteyenleri yoldan çevirdik.

O yıllarda sosyal medya yoktu.

Gazeteler, dergiler besin, beslenme konularına değinirlerdi yazılarında.

Fakat hijyen önemsenir miydi ?

Hijyen ! O da ne demek ?

-------------------------------

2024. 3 Kasım. Ürgüp