Diş Kamaşması
 
 
 
 
Bu köylü çok zalım.
Kör, çolak, topal, sağır, ökcesiz, kulağı yırık, çenesiz, parmaksız…
1918'de Seferberlik'ten  dönenlere,
1922'lerde İstiklal Harbinden gelen gazilere
                                                              halkın verdiği lakaplardır bunlar.
Sanki keyiflerinden sakat kaldılar.
Sanki tatil yapıyorlardı, istirahatteyken yaralandılar.
 
Tam aydınlık değil.
Ne olmuş, nasıl olmuş da "Şekerci" lakabını takmışlar; belli değil.
Nevşehir'de  bir bakkalın yaydığı söyleniyor haberi.
Güya, görmüyor sanmış amma, İstiklal Harbi gazisi Ahmet Ağa, birkaç tane kahve şekerini cebine atıvermiş.
Gazi Ahmet ağa çolak…Kolundan kurşun yemiş; sakat kalmış.
 
Attıysa  ne olmuş?
Hırsızlık sayılır mı bu? Sayılmalı mı?
Çay kolay bulunur bir içecek değil.
Daha Türkiye'de çay yetiştirilemiyor.
İngiliz müstemlekesi Hindistan'dan geliyor ve çok pahalı.
Şeker Avusturya'dan geliyor. O da çaydan pahalı.
Çay olsa da kuru üzümle içiliyor.
Çocuklar çayı içerken bayram ediyorlar.
Çünkü, evlerde küp küp pekmez var.
Maşrapalarına pekmez katılıyor; tadlanıyor böylece.
 
Peki, Gazi Ahmet Ağa birkaç parça şekeri cebine koydu diyelim.
Dükkan sahibi Hacı Abdullah ağa da bunu gördü; haberi yaydı.
İkisi de aynı yaşta. Çolak Ahmet ağa yanında Abdullah ağa sapasağlam.
Neden?
Çünkü, ne yaptı, etti…Abdullah orduya katılmadı. Asker urbası giymedi. İnönü'de, Gediz baskınında, Sakarya boylarında, Afyon cephesinde , İzmir önlerinde vuruşmadı. Babası da variyetliydi. Mekke'ye gitmemişti daha, ama adının başında "Hacı" sanı vardı. Bu, ona saygınlık kazandırıyor; güvenilir  esnaf inancını pekiştiriyordu.
 
Giderek , İstiklal Harbi gazisi Ahmet Ağa unutuldu.
Kendisi unutulmadı. Yaşamını sürdürdü elbet. Adı unutuldu
Neyle anılır oldu?
Lakabıyla.
Lakabı neydi?
Şekerci…
Şekerci aşağı, şekerci yukarı…
Bir bakkalın yaydığı haber nelere yol açtı?
Bilmeyenler onu şeker yapıp satan bir esnaf sanıyordu.
Bilenler bıyık altından kıs kıs gülüyordu.
"Adın çıkacağına canın çıksın! " derler ya hani.
" Adın çıkmış dokuza, inmez sekize ! " derler ya hani.
O hesap…
 
1920'ler geçti.
Ahmet Ağa'nın şekerciliği unutulmadı.
1940'lar geçti.
Türkiye, Reisicumhur İsmet İnönü'nün manevraları sayesinde
Alaman-Urus Savaşına girip de yanıp yıkılmaktan kurtuldu.
Ahmet Ağa'nın şekerciliği unutulmadı.
1950'lerin başında Gazi Ahmet, gerçekten "Ağa" olma yolunu tuttu.
Öküz devri bitmiş, at devri başlamıştı..
Sonra o  da bitti. Traktör devri başladı.
İstiklal Harbi gazisi Ahmet Ağa'nın çocukları yetişmiş,
                                                              babayiğit delikanlı olmuşlardı.
Fakat, adları "Şekerci'nin sıpaları" olarak kaldı.
1960'ların ortalarına doğru Gazi Ahmet Ağa, Mekke'ye gidip hacı da oldu.
Fakat, bu ona Hacı  sanı kazandırsa da "Şekerci" liğini sildiremedi.
 
……………….
 
Kofalakoğlu Hüseyin Çavuş, evinin önünde, başında föter, sırtında kalın bir palto, bastonuna dayanmış ilkbahar güneşine karşı oturmuş  aşağılara, çay kıyısındaki gökçe göğertiye, Oylu Dağına, Aşıklıdağ'a, Ballıkaya'ya bakıyordu. Neler düşünüyordu. Gençliğini mi? Öküzlerin çektiği kağnılarla harman yerine kehribar başaklı sap demetlerini taşımasını mı?
 
Hanımı erkence, bu dünyadan göçüp gittikten sonra bir suskunluğun içine düşmüştü. Zaten fazla konuşmayı sevmez, kimsenin dedikodusunu yapmaz, fakat konuştu mu  vecizeli, atasözlü konuşurdu.
 
 
 
O sırada aşağıda yolda bir kargaşa oldu.
Saman çuvalları taşıyan eşek azgınlaşmış, kaçıyordu.
Üzerindeki yükü atmıştı. Anırarak, sağa sola çifteler atarak koşuyordu.
" Lan Şekerci'nin sıpası,  gop da dut şu eşeği !" dedi   Osman.
Yardım istenen delikanlı Hacı Ahmet Ağa'nın torunu  Yasin idi.
Hiç kılını kıpırdatmadı. Sert sert baktı Osman'a. "Kaçarsa kaçsın!
Bana ne ?"
" Noolacak ! İşde, altı üsdü Şekerci'nin torunuNe beklenir ondan."
Hüseyin Çavuş izliyordu yukardan, olan biteni.
Yasin, gözünde yaşlarla yaşlı adamın yanına çıktı.
" Görüyon mu Üseyin Ağa," dedi. " Bi sövmediği galdı. Amma bu da sövmeden beter valla."
 
Hüseyin Çavuş, sevgiyle baktı delikanlıya.
" Köy yerinde böyle gider bu işler oolum. " Elindeki bastonu kaldırdı,
Ballıkaya'yı gösterdi. " Deden Ballıkaya'daki  elin zerdalisinden bi dene
Ekşi çağla yese, torunu olarak senin dişin kamaşır. Üzülme bakalım." 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ALDATILMIŞLIK
 
 
1974-75 Ders yılı bitiyor.
 
Ürgüp Lisesinin orta bölümünde yıl sonu sınavları yapıyoruz.
Türkçe, İngilizce, sosyal bilgiler dersinde mümeyyizlik ( ayırtman ) görevim var.
                   Ve işimi hakkıyla yapmak istiyorum.
 
Ortaokul üçüncü sınıf öğrencileri, ortalama kaç yaşında olur?
14, 15…
Sınıfta, derslerine de girdiğim üç kız vardı
                                 ve arkadaşlarına göre yaşları ileriydi.
                                 Gelin olacak yaşta…
Bütün ders yılı boyunca , okulla , derslerle hiç ilgileri olmadı.
Ödev verirsin; yapmazlar.
Sözlüye tahtaya kalkarlar;
                                    çalışmamışlardır; ağlarlar.
Yazılı sınavlarda, sürekli,
                                  çevrelerinden yardım umarlar.
Fakat, genelde, neşelidirler:
 
Ha ha ha !
Ho ho ho !
Hi hi hi !
 
Okul bitirme sınavlarında da elbet , başarısız oldular.
Duygu sömürüsü…
Gözyaşları…Ellerinde birer mendil…Gözler ıslak, kanlanmış.
Acımadık.
Bir sonraki yıl yeniden sınavlara girecekler.
Tamamdır.
 
Haber hemen Ürgüp çarşısında yayılmış.
Baskın yapar gibi Okul Müdürü Neşet Atay’ın odasına doluşmuş üç kızın babası.
Üçü de esnaftan adamlar.
Müdür biz ayırtmanları çağırdı. Oturduk. Çaylar geldi.
Veliler sert sert bize bakıyorlar.Tehditkar bakışlar…
Yav hocalar, bu kızlar zaten okumayacaklar ki. Ortaokul yeter. Evde oturup çeyizlerini yapacaklar. Sonra da dünür bekleyecekler.”
“………..”
Müdür de onlardan yana.
Esnaf arkadaşlar doğru söylüyor. Değiştirelim bu not çizelgelerini. Bırakalım,bitirsinler.”
“………..”
Biz razı değiliz.
Binbir dereden su getiriyorlar.
Üç ayırtmandan ikisi, sonunda inandı.
                                            Müdürün getirttiği çizelge değiştirildi.
Ben kararımda bir değişiklik yapmadım.
Veliler, “ Nasıııııl, Göreli, işde biz böyle değiştirtiriz sizin notlarınızı! “ der gibi bakıyorlardı.
                       Çıkıp gittiler.
                                     Bir süre, diger iki ayırtman yüzüme bakamadılar.
                                                  Sanki dargın gibi olduk…
………………………………….
 
Ekim ayında, ne de olsa 1972-73’te ders verdiğim okul diyerek ,
Nevşehir Kız İlköğretmen Okulu’nu ziyaret ettim.
Daha avlu kapısından girer girmez Ürgüplü üç kız önüme çıktılar.
Hoş geldiniz hocam! “
Şaşırdım.
Siz ne arıyorsunuz burada ? “ dedim.
Hocam, biz burayı kazandık, öğrenciyiz ! “ dediler sırıtarak.
Şaşkınlığım daha da arttı.
Demek, bizim ortaokul mezunu olmalarına razı olmadığımız
kızlar öğretmen adayı idiler.
İçim cızzzz etti.
Aynı veliler, ne yapıp edip, burada da aynı işlemleri yürütmüşler
                                                       ve kızlarını kabul ettirmişlerdi.
Belki işin içine “milliyetçilik, muhafazakarlık, vatanperverlik” eklemişlerdir.
 
İçimde bir burukluk…
                  Girmedim artık okula.
                            Avlu kapısından geri döndüm.
                                    Kandırılmışlık, aldatılmışlık duyguları içinde ezik…
 
Şimdi, aradan 35 yıl geçtikten sonra, düşünüyorum da, bu hanımlar, eğer öğretmen olmuşlarsa, belki şimdi emekliye de ayrılmışlardır, çevrelerine şöyle diyor olsalar gerek:
 
Bizzz, çalışkan öğrencilerdik. Hakkıyla bitirdik ortaokulu, öğretmen okulunu. Bizzz, eğitimin en ağırını, zorunu  gördük. Biz okuldan mezun olduk.  Orda bitti artık öğretmenlikBizden sonra, gayrı, öğretmen çıkmadı o okuldan.”
 
Ve yaşam bana şunu da öğretti: Öyle, her baskıya boyun eğmeyeceksin. Her ana baba, Çocuğunu gözünde yüceltir. İnanmayacaksın. Kuyumcu terazisi gibi tartacaksın. Alman, Japon eğitim modelinde duygusallığa yer olmadığı için böylesine başarılı oluyorlar.
FRANSIZ MARC'IN ŞAŞKINLIĞI
 
 
 
Marc Longchamp fotoğraf sanatçısı.Fransız.
Türkiye'yi pek seviyor.
Doğa görüntüleri çekmeye düşkün.
Göreme'nin 4 mevsimini görüntülemek için yılda 4 kez Nevşehir'e geliyor.
 
Ürgüp'te Aziz Güzelgöz tanıştırdı onu bana.
Taşıdığı fotoğraf makinalarına imrendim.
Bir servet…
Çok da iyi değerlendiriyor.
Yanında örnek fotoğraflar da getirmiş.
Baktım, hayran kaldım.
 
Marc yalnız doğayla ilgilenmiyor;  köylü yaşayışına da meraklı.
Güzel, sıcak bir Temmuz gününde Kaymaklı'dayız.
Yer altı yerleşim alanını gezip dolaştık.
 
Mezarlığı merak etti Fransız konuğumuz.
Bir mezar taşının üzerindeki sayıyı okuyunca bir hayret çığlığı attı.
Sesi Göztepe'de yakılandı sanki.
Mezar taşının üzerindeki yazı ve tarih  şöyle idi:
Hacı Ali Taş
1331- 1981.
 
Marc şaşkınlıkla konuştu.
" Bir insan bu kadar uzun yaşayabilir mi?
Dur bakayııım; bu adam 650 yıl ömür sürmüş, öyle mi?"
 
Ben güldüm.
Açıkladım.
" Cumhuriyet döneminde Osmanı takvimi kaldırıldı. Eskiden hicri, rumi gibi
Takvimler kullanılırmış. Bu mezar taşındaki 1331 Hicri'dir ve 1915 yılına rastlar.
Bu nedenle bu insan 650 yıl değil, ancak  66 yıl yaşamış."
 
Marc rahatlamıştı.
Mezar taşlarını incelemeyi sürdürdü.
İlginç olanların resimlerini çekti.
Çardak , Uçhisar üzerinden Ürgüp'e döndük.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
HİÇ
 
Nevşehir Kazasının kaymakam refiki Sıtkı Bey, komşu kaza Arapsun kaymakamı
Niyazi beyle bir tatil günü kasabada gezintiye çıkmışlardı.
 
Niyazi Bey konuk.
Koruma amaçlı bir jandarma, çakı gibi bir Karadeniz uşağı, onu izliyor.
 
Yürüye yürüye kaleye çıktılar.
Göre köyüne, Göre çayı koyağına, Oylu Dağı'na, doğuda görünen Uçhisar'a , kuzeydeki Kızılırmak boylarına, Çat yöresine, Nar'a, Sulusaray'a baktılar. Doya doya seyrettiler.
 
Nevşehir kazasının vilayet olması bekleniyordu.
Fakat, köy irisi bir kasaba görünümündeydi Nevşehir.
Kaymakamlık  dışında dikkati çeker, derli toplu bir kamu yapısı da yoktu.
 
Niyazi Bey umutluydu. Vali olabilirdi.
Demokrat Parti iktidarında yükselmeyi umuyordu.
İki meslekdaş gelecek güzel günleri konuşarak yokuş aşağı, Dere mahallesine indiler.
Jandarma, arkadan geliyordu.
 
Göre köyüne, Niğde'ye giden şosenin kıyısında bir taşa oturdular.
Burunlarına bir ispirto kokusu geldi.
"Hık ! mık !.."
Sıtkı Bey ününü duymuş, çarşıda da birkaç kez karşılaşmıştı Sait Eker ile.
Gözgöze geldiler. Evinin bahçesine oturmuş, ispirto şişesi elinde.
" Merhaba Kaymakam Bey !" dedi.
Sesi karışık, zor çıkıyor ağzından…
Sıtkı Bey istemeye istemeye aldı selamı, yanıtladı.
Sait Eker konuştu yine : " Seni tanıyom da, bu yanındaki efendiyi ilk görüyom," dedi.
Sıtkı Bey jandarmaya baktı. Asker dikkatle izliyordu Sait Eker'in devinimlerini.
" Konuğumdur; Arapsun kaymakamı Niyazi Bey."
"Dimek gaymagam, iyiiii!"
"Evet, kaymakam."
"Soona ne olacak?"
"Vali!"
"Soona !"
"Belki Dahiliye Vekaleti Müsteşarı, belki Emniyet Umum Müdürü…"
"Soona  sooona !"
Sıtkı Bey'in sinirlendiği anlaşılıyordu.
Sesi sert çıktı.
Niyazi Bey'e baktı, özür dilercesine.
" Be adam ne sorup duruyorsun? Sonra da belki bir intihapta namzet olur, mebus seçilir."
"Mebus oldu diyelim. Vekil de oldu diyelim. Başvekil, Reisicumhur…Haşa haşa Allah olacak değil ya. Sonu ne gaymakamım, sonu ne?"
Sıtkı Bey bir an daldı, yüzünde tanımı zor bir üzünç anlatımı…
" Sonrası bir hiç…"
"Hah işde…Yola gel yolaaa…Sen , siz belki 30-40 sene sooona hiç olacaksınız…Amma ben şimdiden hiçim beyav…Annadın mı, şimdiden bi hiçim!"