Yöresel Hikayeler

KERVANSARAYDAKİ HAYALET    

Küçük köyümüz, ufkunda Hasan Dağı’nın karlı zirvelerini gören tipik bir bozkır köyü. Yakınından geçen Nevşehir Karayolu pek sık olmasa da, kamyonların, otobüslerin, otomobillerin gelip geçtiği, eskimiş kervansarayların merhaba dediği yerlere yakın. Hem tabiat kokan, hem de tarih kokan çok güzel bir belde. İnsanları fedakâr, çalışkan, samimi. Yazın cansiperane çalışsalar da kışın boş işte.

            Almanya işi çıktıda çekip gitti bazıları. Köylerimizin nüfusu da azalıp gitmekte. Kimi İstanbul, Ankara kimi de Aksaray, Nevşehir derken iş tutanlar terk ediyor memleketlerini.

            Ya kalanlar bağ ile tarla ile uğraşıp duruyorlar.  Uzun kış gecelerinde sohbetlerle, eski hikâyelerle vakit geçiriyorlar. Anlatıyorlar dedelerinden duyduklarını, kimi laf üstüne laf katıp efsane ediyor, masallaştırıyor olup bitenleri…

            Biri bir gölge görmüşse subaşında, o peri oluyor, hayalet oluyor, ucube olup çıkıyor. Hele konuşulanlar dilden dile düşünce tutmayın gitsin. Kilerler, dere kenarları, mezarlıklar, koruluklar, kervansaraylar geceleri sanki başka bir kimliğe bürünüyor.

            Bizim Âdem’de işte böyle bir ortamda yetişti. “Yarenlik” olarak konuşulan bu korkunç, aslı olmayan hikâyeler çocuklarda kalıcı fobilere neden olduğunu bilmiyorlardı bile… Televizyonlar dahi insanlarımızın fobi dünyasını geliştirmede adeta birbirleriyle yarışıyorlar.

            Âdem’de öteki çocuklar gibi ucube hikâyelerini heyecanla dinler, inanmıyormuş gibi davranır, ne hikmetse hep yalnız kaldığında o hikâyelerin kritikleri aklına gelir, sanki arkasından birileri gelecekte onu tutacaklarmış gibi korkar dururdu. İnsanı garip bir merak tutar ya, “Ne onunla olursun nede onsuz.” Gibisinden zavallının çocukluğu hep bu korkularla geçti.

            Âdem ne hayalet görmüş, ne de cin. Hem korkmuş, hem büyümüş. Kim bilir büyük şehirde iş bulma merakı da yalnızlıktan korktuğu içindir. Lâkin insan denizinde yine o ürkütücü yalnızlıkla karşılaşmış. Gece ıssız yollar, yalnız ve karanlık parklarda garip garip gölgeler her defasında ürküttüğünde hemen dua okuyup üflemeyi hiç ihmal etmedi.

            Çoluk-çocuk problemleri, iş yerinin sıkıntıları ve hayatın hızlılığı zamanla korku fobisini unutturmuştu. Hızlı akan hayatın içine kendisini bırakmıştı.

            Eşi ve çocukları mahal bir iş için köye göndermek zorunda kalır. Kendisi koskoca Ankara’da yalnız kalacaktı. Dayanırdı, dayanırdı, ama korkuları yavaş yavaş kendisini ziyaret etmeye başlamışlardı. Akşamları eve geldiğinde yalnız duvarlar onu karşılıyor, misafir odasının buzlu camlarına arabaların far ışıkları yansıdığı zaman içeride hayaletler hareket ediyormuş gibi geliyordu. Perdelerdeki desenli güller bir anda ucubeye dönüşüp Adem’i izliyorlar, halının desenleri bile birden kalleşlik yapıveriyorlardı. Aman Allah’ım ne korkunç bir şeymiş yalnızlık. Sessizliğin bile sesi varmış. Adem ilk önce kulağındaki devamlı çınlamayı keşfetmiş. Musluğun sesi, saatin sesi ne kadar da gürültü çıkarıyormuş. Gece olmuş uyamıyordu, saatlerde geçmek bilmiyordu. Köylerindeki izbe kiler hiç aklından çıkmıyor,  kafasından senaryolar uyduruyordu. Korkup duruyor, öyle bir şeylerin aslının olmadığını kendisine telkinler edip duruyordu.

            Tam o sırada telefon acı acı çalmaya başlamıştı. Zaten uyuyamamış olan Adem hemen yataktan fırlayıp telefona bakar. Karşısındaki eşi;

            _ Adem hemen gel beni götür. Daha fazla duramayacağım.

           

            —Sabah olsun otobüsle gelirsin. Zaten bende sabaha kadar ancak varırım. Hem gece yolculuğunu hiç sevmem bilirsin.

            —Adem.

  • Peki hanım. Yola çıkayım bari. Ama yine de yarın orada olurum.

Telefonu kapattı. Korktuğu başına gelmişti.  Gece yalnız şehirlerarası yollarda yolculuk edecekti. Karısına da bir şey söyleyememişti.

            Adem gece yarısı Ankara’nın gece kondu mahallelerini geçerek Konya yoluna çıktı. Petrollerde çay ve kahve molaları vererek rahat rahat gidiyordu.

            Güneş doğmaya başladığı sıralarda, Aksaray’ı da geride bırakmıştı. Yolun sağında Hasan Dağı ufku kaplamıştı. Güneş tam karşıdan görünmek üzereydi. Ademi’de uyku iyiden iyiye sarmaya başlamıştı.

—Haydi, geçmiş olsun sabahı ettik. Köye de yaklaştık. Diye mırıldandı.

Küçük bir köyün yanından geçiyordu. Büyükçe bir mezarlığın yanında eski ören harabeleri duruyordu. Köylü daha uyanmamıştı.

            O ne? Yaşlı bir adamla, bir kadın. Adamın foter şapkası, koskocaman bıyığı ve iri gözleri, elindeki baston ister istemez insanın dikkatini çekiyor.

            —Acaba bu ihtiyarları arabama alsam mı? Diye içinden geçiriyor. Yavaşlıyor. Duracak gibiyken

  • Neyse yoluma devam edeyim.  Bilmediğim insanlar. Neme lazım.

           Deyip tekrar gaza basıyor. İşte ne olduysa o zaman oluyor. Araba patinaj yapıyor, stop ediyor. Adem aracı tekrar çalıştırıyor. Gaza yükleniyor ama boşuna. Uğraşıyor, uğraşıyor araba bir iki metre gidiyor yine duruyor. Motor çıldırıp bağırıyor. O sırada nasıl olduysa Adem’in gözü dikiz aynasına kayıyor.

            Aman Allah’ım. O yaşlı, foterli ve pos bıyıklı ihtiyarla aynada göz göze geliyor. Daha da irileşmiş ve sinirli gözlerle Adem’e bakıyor. Hem de yanındaymış gibi…

            Sonunda Adem’in korktuğu başına gelmişti. Duaları bağırarak okuyor, kar etmiyordu. Aynada yine aynı yüz duruyor ve araba hâla hareket etmiyordu. Hiç umudu kalmamıştı. Aklına ilk gelen ölüm olmuştu. Hem de hayatta tek fobisi olan hayaletlerin elinden. Zaten hayatının büyük bir bölümü bu fobi yüzünden heba olmuştu. Aynada yine aynı yüz kendisine bakmaya devam ediyordu.

            Son umut yaşlı bir köylünün söylediği aklına geliyor.

  • Son çare ezan okumak, Allah Kemali İmandan ayırmasın.

Hemen ezan okumaya başlıyor. O sırada araba yayından fırlayan ok gibi ileri atılıyor. Üstelik aynadaki o yüz de kaybolmuş, ihtiyar karı-koca hâla aynada fark edilse de gittikçe uzaklaşıyordu.

Adem, hayatının korkusunu tatmış deli gibi araba sürüyordu. O korkuyla köye inmiş, aracını çeşmenin yanına park ederek, dar sokaktan geçerek kendini evine dar atmıştı. Kendisini kapıda karşılayan hanımı hemen çıkışır:

—Annen ile bacın bana neler dedi, başıma gelenleri bir bilsen herif. Bak seninde betin benzin sap sarı olmuş. Belli sende üzüldün, sıdalandın bana dediklerini tahmin ettin de…

—Ah sen benim başıma gelenleri bir bilsen hanım.

Otobüste ihtiyar karı-koca konuşuyorlardı. Hem de hortlak sanılan koca Battal Ağa’dan başkası değildi. Eşine:

—Dudu hanım. O otomobildeki Kara Hıdırların Adem değil mi? Kafayı mı oynattı ne? Ben korktum valla. Nasıl hareketti öyle?

—Yazık, Ankara’da çalışıyor diyorlardı. Bizi tanımadı herhalde, sabahın mahmurluğu ile zavallı.

Olayı başka gören olmadı. Adem’e gelince, uykulu kafayla hayal gördü. Heyecanla; vitesi, gazı, debriyajı karıştırınca işler de karıştı. Arabanın gitmemesi bundan. İşte oralarda bir hayalet hikâyesi daha başlamamış oldu.

.