NEVŞEHİR  DEYİP  DE  GEÇME

Nevşehir… Harita üzerinde küçük bir il. Kızılırmak’ın ikiye böldüğü… Fakat, Türkiye’mizin sonsuz büyüklüğünde bu küçük il kadar dolu, dopdolu kaç benzer il vardır? Doğasının değişkenliği, renkliliği, tarihsel derinliği, Nevşehir’i benzersiz bir diyar yapar.

Bu yazıda bu güzel yurt parçasını dağdan dağa, vadiden vadiye, dört mevsimiyle, doğası ve emek verilip yetiştirilen binbir ürünüyle, yârenlik yaptığımız gönlü zengin insanıyla anlatmaya çalışacağız… Kısa bir yazının kısıtlamasıyla ne denli zor olduğunu bile bile…

 ****

Konya’dan başlayan ışınsal kervan yolları Anadolu’nun dört bir köşesine Selçuklu hümanizmasının, Türk Anadolu rönesansının duyularını, düşüncelerini, kısacası uygarlığını taşırdı. Ticari mallarla birlikte. Aksaray – Kayseri arasındaki görkemli hanların arası bir günlük yoldu. Bakım.ı, güzel asfaltta uçarak yol alıyoruz ve iki han arasını sekiz on dakikada geçiyoruz. Taşa türkü söyleten Selçuklu taş ustalarına saygı, rahmet dilekleriyle… Ağzıkarahan, Alayhan, Öresin han…

Sonra bir yanardağbilim laboratuarı: Acıgöl yöresi. Anadolunun en yeni volkanik yörelerindendir. Ve bu diyarı Türkleştiren atalarımızın dağa, bayıra, dereye düze verdiği adlara bakalım. Krateri ne bilsin halkımız… Tepesidelik… Yamacından lavlar akmış bir tepe: Karnıyarık…. Dağın doruğunda cehennem alevleri yanmış ve kayaları karartmış: Dağocağı… Buradan çıkan lavlar akmış ta Kızılırmak’a kadar: Ketir…

Toponominin uygunluğu, ismi ile müsemma yer adları bize Selçuklu atalarımızın kıvrak zekâsını, bir yere ad vermedeki ustalığını gösteriyor. Lavlar akmış hisar kalıntısı kıvamında katılaşıp kalmış: Kalece tepe… Doruğundaki çukurda su birikmiş zamanında: Göl tepe… Patlayan yerde çukur var: Patlak çukur… Düz yazıda çöküntüler: Obruk… Acıgöl volkanlarının perlitik kayaları ufalananda en güzelinden tarım toprağı olmuştur ki bu diyarın patatesi, ayçiçeği, kabağı, karpuzu pek namlıdır. Siz kebabı yalnız etten mi yapılıyor sanırsınız. Patates sökme mevsiminde yolunuz buralara düşerse, kısa bir yârenlikten sonra size, üzüm çubuklarının ateşinde, korda pişirilmiş patetes ikram edeceklerdir. İşte patates kebabı budur.

Kuzeye doğru yol alırsanız, Alacaşar yöresinde, lav akıntılarının arasındaki küçük ekeneklerde, tanıda doyum olmaz karpuzlar yersiniz. Yolculuğunuzu sabaha denk düşürün. Bozkır gecesinin ayazını yemiş karpuz kütür kütür, ikram edilir, önünüze konulur.

Kızılırmak kıyılarına doğru ilerleyelim. Tuzköyünde tuz galerileri… Dehlizleri, sarkıt ve dikitleriyle tuz mağaraları… Sonra Çakırcan bahçeleri… Gökçe gövertinin binbir türü… Kızılırmak güneşi, kaynak suları ile elele verince bu diyarı sanki Çukurova’ya çevirmiştir. Her çeşit meyvesiyle ve de sebzesiyle…

Bir öğle sonrasında, Kırkikindi yağmurlarının ardından Ürgüp bağlarının içinde, yol kenarlarındaki iğde çiçeklerinin kokusuyla çakırkeyf olmadıysanız bu diyarı gördüm, yaşadım diyemezsiniz… Yunmuş arınmış, tozdan topraktan yıkanmış ağlarlardan yayılan o kokuya toprak kokusu do eklenir ve insan yaşam coşkusu bulur, canına can katıldığını anlar… Islanmaya değer böyle bir günde.

Konuk olduğunuz evde taze, nar gibi kızarmış tandır çöreği, yanında bir mevsimden öbürüne erişen hevenk üzümü olacaktır. Muhakkak… Ürgüp… 1960’lara değin doğa ile daha barışık bir belde idi… Modern apartmanlarla dolu mahalleleri yoktu ama, doğa ile iç içe, mağaralarla içli dışlı idi… Bugün yıkıntılaşmış yamaç evlerinde acı, tatlı ne olaylar yaşanmıştır…

Soğuk bir günde, Ürgüp çarşısında kimseler yokken, bir alışkanlığı sürdüren İsmet Aksoy’un konuğu olalım… Sac soba yanmaktadır ve ikram edilen ıhlamur içilmektedir… Ürgüp halı satıcılarının gözlem gücü, binbir konukla yârenliğin sonucu anlatım zenginliği Aksoy’da somutlaşmıştır…

Olayları, anıları dinlemenin tadına doyum olmaz… Oradan Nasibe Ova Halamızın evine gidelim… Ekim ayında, içine reyhan otu katarak yumurta kırarak sabırla kaynattığı pekmezinden ikram edecektir. Reyhan otunun kokusu hoştur, tadı damakta kalır pekmezin… Ve bu eski Ürgüp evinde geçirdiğiniz anlar unutulmayacaktır.

Avanos… Kızılırmak vadisinde bir güzel belde… Kızılırmak sanki ona bir deniz kıyısı şehri havasını vermektedir. Havasında saman yakmaktan ileri gelen dumanlar… Yanık toprak kokusu… Burası çömlekçiler beldesidir. Ekmeğini taa Hitit çağından bu yana çanak, testi yaparak kazanan insanların diyarıdır.

Kalaba’dan Topaklı’ya doğru o sonsuz ekeneklerde ilerledikten sonra şifalı sıcak sular diyarı Kozaklı… Çamurlu göllerden buğular yükselmekte… Fokur fokur kaynayan sulara doğru bir çocuk değneğine bağladığı çıkınının uzatmış… Çıkında yumurta, patates… Doğal enerji varken dene başka bir ısıtma aracı kullansın?

Doğa öğretmendir… Karasenirin yonca bahçelerinde yürüyoruz. Havada yeni biçilmiş yoncanın o serin kokusu, birden tren yolu ve katar katar tren… Kayseri-Ankara seferini yapmaktadır. Sakın şaşırmayın…

Anadolu’da bir dinsel çekim merkezi… Mevlâna, nasıl ki Konya’yı bir ziyaret merkezi durumuna getirmişse, Hünkâr Hacıbektaşı Veli de eski Sulucakarahöyük köyünü bir ziyaretgâh yapmıştır. Dergâhı buradadır. Her yıl ağustos ortalarında, onbinlerce insan bir kutsal görevi yerine getirmek için Hacıbektaş’a koşarlar…

Vilâyetname’de adı geçen Hırka Dağı. Hünkâr, hırkasını dağın doruğuna serer, Kızılırmak vadisini seyreder derin düşüncelere dalarmış.

1720’ye kadar bir küçük köydü Muşkara adında…. Ne zaman ki, İbrahim İstanbul yollarına düştü. Saray kapılandı. Aklıyla, bilgisiyle kabûl ettirdi kendini ve sadrazam oldu. Ahdettiğini gerçekleştirdi. Küçük Muşkara’yı Anadolu yaylasında bir yeni şehre çevirdi. Lâle Devrinin, Devr-i Çırağan’ın rönesansının meyvesidir Nevşehir… Erdaş dağı ormanları bu şehrin uğruna yok edilse de, sonunda ortaya camisi, medresesi, imarethânesi, aşeviyle yâni külliyesiyle bir sağlam belde ortaya çıkmıştır… Bugün, dağdağası, canlı alışverişleriyle dikkati çeker.

Erciyes’in saçtığı bereketin en güzel örnekleri göz alabildiğine uzanıyor… Bunun için en güzel seyir yeri Uçhisar... Kalenin tepesine çıkıp oradan bakmalı önce… İnsanın dili tutulur… Germil Dağından Kızılırmak’a kadar şerha şerha yarılmış sayısız vadi, derecik… Peri Bacaları ormanı… Yürürken katılaşmış tam müsellâh bir büyük ordu… Kaleden inip bu vadilere dalmalı… Güpegündüz bir rüyadır bu… Serin derelerde kekremsi tadı olan maden suları çıkar. Ve dulda köşelerde fındık bile yetişir. Fakat en güzel meyveler erik, elma, kayısıdır…

Yazın tozla boğulduğumuz, kışın çamurla cebelleştiğimiz yollardan bugün son sürat gidiyoruz. Nevşehir’den güneye doğru… Yamaçlarında kuzu güttüğümüz Göre dolayları, Oylu Dağı, Aşıklı Dağı, Ballıkaya…

Sonra düzlükler. İşte Kaymaklı… Eski Eneği… Yer altı şehriyle ve kuru kaymağıyla ünlü…

Sonra Derinkuyu… Geçmişin Malakopea-Melegübüsü… Misli ovasına doğru yayılmış… Görkemli taş kiliseleri dikkati çeker. Korunmuş… Yer altı şehri gez gez bitmez; yerin yedi kat derinliklerine doğru… Can korkusuyla insanlar neler yaratırmış; Derinkuyu’da görmeli…

Bütün gece tavşan tozağı kar yağmıştır ve sabahleyin göz kamaştıran güneş açmıştır. Cam gibi bir hava… Güneş olsa da üşür insan… Gelin, yarım saatlik bir yolculuğu göze alalım ve Kızılırmak vadisinin dulda bir köşesine, Sarıhıdır köyüne inelim. Alçaldıkça hava ısınır… Topuz Dağının, Aşıklı Dağının, Erdaş Dağının karlarından eser yoktur burada. İnsanlar duvar diplerinde güneşlenmektedirler ve Kızılırmak bu mevsimde balığını esirgemez. Konuklar için daima hazırda balık bulundurulur. Balığın üstüne lokum tadında kavun… Sarıhıdır köylüsünün görgüsü yücedir; konuğunu tok gönderir…

Temmuz güneşinde süngertaşı kaplı, yâni hışır tarlalarda karaya yakın yeşillikte yapraklarıyla ceviz ağaçları çıkar. Meyveleri beyinsi… Ve çevrede domates… Tuzu doğadan gelmiş böyle bir domatesi başka yerde yememişsinizdir.

Yörenin kendine özgü, kokulu gül üzümünden tatmadan geçmek olmaz. Sahibi gücenir ve der ki “Her bağın üzümünün ayrı tadı var; çiğneyip geçmeyin bizi.”

İbrahimpaşa köyünün çalışkan bağcılarının yetiştirdiği ve Osmanlı döneminde İstanbul saraylarında pek rağbet gören Tokaloğlu, Bitirgen, Şekerpare kayısılarını da unutmamalı… Burada kayısının çekirdeği bile değerlendirilir; kavrulur ve çerez olarak konuğa sunulur… Fındık değerindedir; âfiyet olsun…

Selçuklu akıncılar Erciyes çevresinin tuzlu, çorak düzlüklerinden kurtulduktan sonra Topuz Dağının gür meşe ormanlarından batıya doğru baktılar ki üç büyük kale görünmektedir: Hemen orada ad babası olarak “ad koydular” Dedem Korkut geleneğince: Başhisar, Ortahisar, Uçhisar… İlk görünen, en yakında olan Başhisar bugünkü Ürgüptür… Çok daha eski adı Osiana,Prokopion…

Ve Selçuklular Ürgüp ve Damsa vadisinin Hıristiyan şöhretini silmek için çok uğraştılar. Karamanoğlu camisi bu çabanın sonucudur. Ve birçok Selçuklu emiri bu diyara türbeler yaptırdı. Emir Taş Hun da Damsa köyüne görkemli bir medrese, cami, türbe kondurdu… Çünkü yakındaki Sinasos köyünün manastırları hiç durmadan misyoner yetiştirmekteydi. Sinasos’un bir Türk uygarlık eserine kavuşması daha sonralara rastlar: İmparatorluğun son dönemlerinde Mustafa Paşa adlı bir Türk büyüğü yaptırır medreseyi , kasabaya yadigar bırakır… Günümüzde de tüm görkemiyle yükselir bu anıt eser…

Ekim ayının ilk haftasında Damsa vadisinde elma indirilir. Bu, hasat demektir. Damsa sututarının arkasında gökçe gövertili Dama deryacası göz okşar, gönül ferahlatır. Ülkelerinde, suyun gelbanasına alışmış gezginler bu deryacanın kıyılarını plaj olarak kullanırlar ve gölün temiz, serin sularından müstefid olurlar. Onlara bir göz atıp bir elma indiren aileyle yârenlik edelim. Onbeşinde kız yanağı elmalar dalları eğmektedir. Fakat elmanın bu duruma gelmesi ne zorluklar pahasınadır. Geceyarısı uykuları bölünmüştür sulama uğruna… Ve ilaç bedelleri yüksektir. Misket, Amasya, Tavşanbaş, Starking, Kaliforniya,Golden… Siz söyleşirken, bahçe sahibi ilerdeki gelinlere göz eder… Az sonra anlarsınız… Soylu Türkmen geleneğinin gereğidir bu: Yolcu, azıksız gönderilmez. Bir bohça içinde elmalar, çömlek peyniri, tandır çöreği yükünüze eklenmiştir… Taşıyacaksınız; gözleriniz dolu dolu…

Anadolu’nun Türkleşme tarihini bu diyarın köy adların bakarak anlamak mümkündür. Yaylada Salur, derelerin yamaçlarında İltaş, Demirtaş, Boyalı, Karlık, Tağar… Göçlerle giderek nüfus yitiren bu güzelim köyler Selçuklu Türk atalarımızın gömütlerinin bulunduğu yerler…

Biraz yükselirken vadi boyu Başdere’ye ulaşırız. Çağrıldığımız evde coşkudan, sevinçten ağlayabilirsiniz. Başderenin marifetli hatunları, genç kızları, kendi koyunlarının yününü eğirerek ipe dönüştürmüşler, Kendileri boyamışlar ve basit tezgahlarda olağanüstü güzel halılar dokumuşlardır. Renkler, nakışlar sarmaş dolaş… Ve halıyı seyrederken siz, hemen kahvaltı sofrası kurulmuştur bakır sini üstünde… Yaylanın kaymağı, kovanların balı ve yayla buğdayının ununda taze bazlama…

Nevşehir deyip geçme. Küçük bir il, büyük ve renk renk bir coğrafya…Söyleye söyleye bitmez; yaza yaza tükenmez.

………………..