Organisation

Dr Emrullah Güney

Yıl 1957.

Kızılırmak boylarında bir köy.  Yavlan. Köprü yok ; Irmak burada geçit veriyor ancak. Adı buradan geliyor. Yazın sular  iyice azalınca , paçaları sıvayıp geçerler. Düğüne, başsağlığına…Amma, yavlan hep aynı yerde kalmaz. Nice çocuklar, ergin insanlar sulara kapılmıştır. Ağıtları söylenir hala. Karşı yaka, komşu ilin köyü.

 Köyün adından hoşnut değil köylü. Çarşıda, pazarda ilçenin diger köylerinden, komşu illerden insanlar alay ederler : “Yavlan’dan adam mı çıkar! Yavlan köyü yavan köyü,” derler.

 Yavlan köyünde hasat mevsimi bitmiş. Hububat ambara konmuş, samanlıklar dolmuş. Köyün yaptığı tüm tarım işi bu. Bağ bahçe olsa da zayıf. Kızılırmak’ın çamurlu suları tuzlu; sulamaya gelmiyor, ekileni yakıp kavuruyor. Ancak tepelerin eteğinden çıkan cılız kaynak sularıyla biraz sebze yetiştiriliyor. Domates, biber, patlıcan…Yer fıstığı denendi, olmadı. Çukurova gibi değil burası, sıcaklık yetmedi.

Hacıbektaş yanlarına doğru bağcı köyler var; üzüm oralardan getiriliyor. Burada yok.

 Yavlan köylüsünün yapacağı öyle fazla bir iş de yok.

Günler birbirinin aynı akıp geçiyor. Tekdüze…

Beş sınıflı bir ilkokulu var; tek öğretmenli.

Köylü, çocuklarının geleceğini düşünme gereğini bile duymuyor.

“ Biz nasıl yaşadıysak, onlar da aynı yaşayacaklar. Satarım anasını lan !”

Mescidi var köyün.

Okul da, ibadetgah da düz toprak damlı.

Muhtarlık babadan oğla geçiyor. İlyas ağa yaşlandı, yerine oğlu Hasan ağa geçti. Yıllardır sürdürüyor bu işi. Ne de olsa, ırmak kıyılarında geniş ekergeleri var. İlk kez bu hasat döneminde Hasan Ağa, gitti bir biçerdöver bulup getirdi, ekinleri o biçti. Sapını daneden ayırıverdi tahılın. Rahaaaat…

 Eylül sonları…

Hüsnü’nün çayevi akşam serinliğinde dolu. İçinde sigara tüttürenler çok. Dışarıya sandalye çekip oturanlar var. Yarenlik…Askerlik anıları, Kore savaşı öyküleri, hububat fiyatları, kız kaçırma olayları…

 İl merkezi yolundan önce bir toz bulutu yükseldi. Köylü dikkatle izlemeğe başladı.

Bulut yaklaştı yaklaştı, iki kaptıkaçtı göründü kara boyaklı.

Geldiler , tam  çayevinin önünde durdular.

Bir uzun kuyruklu, biri daha küçük iki otomobil.

Muhtar Hasan ağa telaşlandı; çünkü gelen Vali idi. Küçük arabadan da kaymakam indi.

“ Hayırlı  akşamlar vatandaşlarım!” dedi Vali bey. Gülümseyen bir ciddiyetle.

Kaymakam durgundu. O, selam vermedi.

Köylüler ayağa kalktı, titrek, ürkek ürkek bir “Sağoool” çektiler.

O anda  Kaymakamın otomobilinde bir kişinin daha olduğunu anladı köylüler.

Bu, uzun boylu, gök gözlü, sarışın, boynunda bir fotograf makinesı olan bir yabancıydı.

Vali : “Nasılsın, muhtar !” dedi.

Muhtar : “ Sağlığına duacıyım Vali Beyim,” diyerek yanıtladı. “Hoş gelmişsiniz.”

Vali : “ Size bir misafir getirdik. Taa Amerika’dan bizler için, sizler için  geldiMister Brown. “

Muhtar : “ O da hoş gelmiş beyim,” dedi.

Yabancı konuk gelip dikildi. Muhtar, adamın ellerini sıkı sıkı tuttu, pazarlık yaparmışcasına sıktı. Kırık Türkçesiyle Amerikalı: “ Siz, muhtar! Tanişdik. Ben memnun,” dedi.

Köylüler güldüler. Vali sert sert bakınca, gülüşleri dondu kaldı.

Muhtar tedirgindi : “ Buyurun beyim,” dedi. “ Bizim haneye gidelim.”

Vali sürücüye buyurdu : “ Oğlum, misafirin bavullarını indir de taşı,”

 Eve girdiler. Muhtar da olsa, varsıl da olsa, her yerden yoksulluk akıyordu. Konuk odası asıl eve bitişik tek göz bir damdı. İçerde sedirlere oturdular. Vali, kaymakam odayı gözden geçirdiler. Herkes merak içindeydi. Bu Amerikalı niye gelmişti? Ne yapacaktı köyde? İki koca bavulla geldiğine göre kalacak demekti burada.

 Vali açıkladı.

“ Bu Amerikalı, üniversite profesörü. Mister Brown. Köyünüzde sosyolojik etüd yapacak.”

“ Sosyoloji ! O nedir efendim?”

“ Sosyoloji…Yani sosyete…”

“ Aman Beyim, bizde sosyete ne gezer. O dediğiniz Ankara’da, İstanbul’da olur.”

Vali sert konuştu.

“ Muhtar! Sosyolojik etüd demek, cemiyet hayatının araştırılması demek. Cahiliğin sırası değil.”

Peki, beyim. Yapsın bakalım. Nasıl olacaksa bu iş ? “

Evet, sizden ricam, elden geldiğince yardımcı olmanız. Her türlü imkanı temin edin. Resim çekecek, film çekecek. Engel çıkarmayın. En küçük bir şikayet gelirse köyünüzden, karakola çekerim tüm köylüyü ha!”

“ Evet efendim elden gelen neyse yardım ederiz.”

Vali, sesini alçalttı.

“ Adam güçlü. Taa Amerikan Hariciye Vekili bizim Dahiliye Vekaletine yazı yazmış. Aman dikkat. Memnun ayrılırsa, bize de bir Amerika seyahatı çıkacak. Bir de bakmışsınız, oradan bir Şevrole İmpala ile dönmüşüz.”

“ İnşallah efendim. “

“ Pekiii, biz artık gidelim.”

“ Aman Vali Beyim, bi ayran bile içmediniz.”

“ Misafiri görmek üçün, etüdlerini teftiş üçün  yine geleceğim. O zaman içeriz. Tavuk da yeriz.”

“ Tavuğun lafı mı olur Beyim, siz yüksek şahsiyetiniz için koyun da keserim.”

“Kes, tamam!”

Odaya ayakkabısıyla girmişti Vali Bey. Amerikalı konuk da öyle, kaymakam da. Muhtarla birlikte Köy İhtiyar Meclisi üyeleri ayakkabılarını çıkarmışlardı. Odaya ekşi bir koku dolmuştu.

Konuk, konuşmaları dinliyor, anlamağa çalışıyordu. Elinde bir sözlük vardı. Zaman zaman ona bakıyordu.

Vali ile  Amerikalı Profesör önden çıktılar. Konuk kafasını çarptı kapıya. Güldü. Vali de güldü. Ayaklarının ucunda yükselerek elindeki mendille adamın saçındaki tozları sildi.

Sonra birden durdu,

“ Köyünüzün muallimi tayin istiyor, il merkezine. Nerde o, yok mu? Söyleyin ona, olmayacak. Bir de, muhalifmiş haber aldığıma göre . Ne beklenir, Enstitülü… Bu Amerikalıyla da iyi geçinsin . Yoksa, perişan ederim ha.”

“ Peki beyim, kendi köyüne gitti. Komşudur bize. Gelince söylerim.”

 Kaymakam arkada kalmıştı. Muhtara bir şeyler söylemek istiyordu. Kolunu tuttu.

“ Aman Muhtar, dikkat et !  Vekaletler bu adamı Valiye emanet etti.Vali de bana. Hiç şikayet gelmemeli bu konuktan. Eğer memleketine iyi rapor gönderirse, bir de bakmışsın, Kaymakamınız da Amerika yolcusu…”

Muhtar içinden : “Gidin bakalım, gidin. Dönüşte de Amerikan arabaları, avratlarınıza kürk mürk getirin. Ya köylünün hali ! Tamamdır.” diye düşündü.

“ Elbette muhterem Kaymakamım. Siz o cihetten hiç düşünmeyin. Biz, memnun ederiz konuğumuzu. Sizin olduğu kadar, bizimdir de o.”

Vali İngilizce konuştu Profesörle:  “Köyün adı Yavlan, Mister Profesör. Memleketinizde ırmağın geçit veren yerlerine ford deniyor ya. Britanya’daki Oxford da öküz geçidi demek zaten. Aynı anlamda.”

Konuk uzun bir “Ooooo !” çekti. Derin bilgisini, İngilizceye “vakıf” olduğunu  göstermişti Vali.

 Vali, Kaymakam  geldikleri gibi gittiler. Bir eksiğiyle…

 O akşam köy değişik bir havaya girdi.

Profesör Brown yerleşti odaya. Bavullarını açtı. Not defterini, kitaplarını, haritalarını çıkardı. Muhtar izliyordu . Baktı, hayretler içinde kaldı. Konuğun elindeki haritada tüm Kızılırmak boyları, geçit yerleri, dağlar, tepeler, mevki adları, komşu köyler, komşu ilçeler her şey yazılıydı. Pencerenin önü dolmuştu kitaplarla. Bir masa yoktu odada. Sonra, konuk uzandı sedire, gözlerini kapadı. O zaman Muhtar, anladı ki, onu yalnız bırakmak gerekecek.

 Köylü, odanın önünde birikmiş, duruyordu.

Muhtar : “ Bakın ahali! Bu adam mühim bir şahsiyet. Anladığım bu. Yalnız bizim evde olanlar yetmez. Şimdi gidin evinize, yemek olarak ne varsa, tandırlarda, çömleklerde ne pişmişse, meyve olarak, tadlı olarak ne varsa alın getirin. Sinilerle. Kalaylı olsun kaplar, siniler. Temiz. Mahcup olmayalım elin adamına karşı. Haydi, marş!”

Köylü dağıldı. Düşünceli düşünceli evlerine yollandılar. Acaba, tandırda, ocakta ne vardı ki?

 Konuk uzun süre ses çıkarmadı. Sonra, pencerenin açıldığını gördü Muhtar. Anladı ki Mister Brown uyandı. Odaya girdi. Selam verdi. Ortalık kararmıştı. Gaz lambasını yaktı. Profesör not tutuyor, arada  tavana bakıyordu.

 Bir saat sonra siniler gelmeğe başladı.

Kapaklı taslarda, sahanlarda sıcak sıcak yemekler…Her sini odaya girdikçe Profesör Brown “Ooooh! My God !” diyor, gülüyordu. Belli ki acıkmıştı.

Köylü, kendi yemediğini konuğuna ikram etmekten , onu doyurmaktan sonsuz bir lezzet alıyordu. Muhtar, her yemeğin adını söylüyor, nasıl pişirildiğini açıklıyordu. Konuk da not alıyordu. Sonra, fotoğraf makinasına uzandı; her bir yemeğin resmini çekti. Flaş parladıkça köylünün gözü kamaşıyordu. Muhtarla birlikte köyün ilerigelenleri de sofraya bağdaş kurup oturmuşlar, ortadaki sahana hep birlikte kaşık salladılar. “Bismillahirrahmanirrahim.” Konuk da aynen söylemeğe çalıştı. Odadakiler güldüler. Konuğun dili dönmemişti buna. Muhtar, konuklar için ayırdığı metal kaşıkları da koymuştu siniye. Fakat, Profesör, üzerinde Mevlana resmi olan Konya tahta kaşığıyla yemek yedi.

 Odada alacakaranlık vardı; çünkü 7 numara gaz lambası iyi ışık veremiyordu.

Muhtar bir genci İstanbul ayaklı bir komşuya gönderdi: “Lüküs lambasını versin, Yeni gömlek taksın, gazını tamam etsin,” dedi. Bir süre sonra lüks lambası yakılmış olarak geldi. Oda gündüz gibi aydınlandı. Amerikalı konuk bir sevinç çığlığı attı. Mutluluğunu görünce onun, köylüler de sevindiler.

 Yemekten sonra, köylüler odaya dolmağa başladılar.

Profesör bavulundan bir aygıt çıkardı. Radyoya benziyordu, ama değil. Üzerinde iki tane makara vardı. Bir düğmeye bastı. Makaralar döndü. Beş dakika sürdü  öylece. Köylüler merakla beklediler. Mister Brown yeniden düğmeye bastı, makarayı geriye sardı. Az önce konuşulanlar odada yankılandı. Önce büyük bir şaşkınlık…Sonra sevinç…Bu ne güzel, ne yararlı bir aygıt böyle. Köylü hayran kaldı. Bundan daha ileri bir keşif olamazdı herhalde.

Muhtar bir delikanlıya işaret etti: “Bir türkü söyle.”

Konuk ses alma aygıtını hazırladı. Sonra yine not yazmayı sürdürdü.

Genç köylü türküye başladı:

                                            Ezo gelin çık Suriye dağlarının başına,

                                              Güneş vursun  kemerinin kaşına.

 

Türkü bitti. Konuk yeniden başa aldı makarayı. Türküyü dinlediler. Beğendiler. Sevindiler.

Muhtar bir gence işaret etti: “ Ezan oku!”

Delikanlı tüm ciddiyetiyle geldi, diz çöktü, ezan okumağa başladı.

Biraz sonra yine aynı kaydı hayranlıkla, şaşırmış halde dinlediler.

Konuk durmadan not tutuyordu.

Biraz sonra çaylar getirildi. Demli, güzel, iyi, hoş içimli suyla yapılmış çaylar…

Profesörün keyfi yerindeydi. Ardardına içti çayları. Kraliçe Süreyya’nın resmi olan bardaktan.

“ Siz ne istersiniz, söylemek var bana” dedi.

Bir an herkes sustu, düşünceye daldılar.

Köy İhtiyar Meclisi üyelerinden biri  söz aldı önce:

“ Bizim gücümüz yetmiyor. Elde avuçta bir şey yok. Mescidimiz kafi gelmiyor. Şöyle kubbeli, iki şerefeli minaresi olan bir cami için Amerikan Devleti bize para versin.”

İstekleri hem teyp kaydediyor, hem konuk defterine yazıyordu.

Bir genç konuştu:

“ Amerika Reisicumhur General Ayzınhover biz seviyor. Amma velakin, sevdiğini ispat etsin. Bize Amerika’da iş versin. Orda çalışalım. Para kazanalım. Çoluk çocuğumuz aç burada. Toprağımız kıraç. Irmağın suyu yararsız.”

Kore gazisi bir genç konuştu. Burnunun yarısını mermi alıp götürmüş. Gözü de sakat.

“ Biz Kore’de Amerikan tugayını ölümden kurtardık. Amma Amerika bizi unuttu. Halbuki, bize maaş bağlamalı.”

Bir genç : “ Bize bir elektrik motoru versin. Pil yok, pahalı. Radyo versin,elektrikle işlesin.”

Bir yaşlı : “Amerikan hükümeti dini islama hürmetkar. Bize hac parası versin. Mekke’ye gidip Kabe’yi ziyaret edelim. Bir de Kuran Kursu binası yaptırsın. Hayrına.””

Bir genç : “Kızılırmak üzerine Hirfanlı Barajı yapılıyor. Amma bize faydası dokanmayacak. Bu yakınlara bir baraj yapsın Amerika.”

Konuk, hiç karşılık vermeden dinledi, dinledi.

Yazdı, yazdı. Zaman zaman sözlüğe baktı.

Teyp döndü döndü…

 Vakit geceyarısını bulmuştu.

Köylüler çekildiler. Ortalık sessizleşti. Gökte pırıl pırıl bir ay vardı.

Mister Brown, daha geçen hafta ABD’de, gürültülü bir kent ortamındaydı. Burada tek bir motorlu araç sesi yoktu. Egzos gazı yoktu. Kırlardan kekik kokuları getiriyordu esen yel.

Açık pencereden odaya doluyordu güzel kokular.

 Mister Brown kıvranmağa başladı. Yemeği düşüncesizce, aşırı tutarda çok fazla  yemişti.

“ Muhtar! Water closed !” dedi.

Önce anlamadı Muhtar. Sonra, konuğun kıvranmasına baktı.

Haaa! Tamam, tamam,” dedi.

Raftan pilli el fenerini aldı. Ancak, karaborsadan alabilmişti yüksek fiyatla. Pili zayıflamıştı.

Kapının arkasında içi su dolu güğüm vardı. Onu da kulpundan tuttu, kaldırıp aldı.

Konuk, bavulundan bir kağıt toparı çıkardı. Muhtar ilk görüyordu bunu. Tuvalet kağıdı.

Konuk yanına aldı onu. Odadan çıktılar. Köyde pek az evde cılız ışıklar vardı. Köpekler havlıyordu. Yürüdüler. Herkes kendi düşüncesinde, dalgın…

Köyün dışına çıktılar. Bir koyağı aştılar. Bir ekenekte, iğde ağacı dibi.

İşte, şuraya yap! “ dedi Muhtar. Eliyle gösterdi.

Konuk homurdandı, sinirlendi. Muhtarın hiç beklemediği, ummadığı bir davranıştı bu.

Yüksek sesle konuştu Mister Brown:

“ Türkiye’de var her şey…Yok organizeyşin…Organizeyşın bilmek yok siz…”

Muhtar anlamadı bu sözü. Ama, anlar gibi oldu. O da karşılık verdi. Bağırırcasına konuştu.

“ Eğer, o senin dediğin urgan  bizde olsaydı, reisicumhur bilseydi, başvekil bilseydi, Dahiliye Vekili bilseyd, vali bilseydi, kaymakam bilseydi, biz bilseydik , Türkiye’de olsaydı o organizasyon , rahmetli dedemin, rahmetli babamın tarlasına seni getirip de s…tırmazdım. Ben senin Amerika’na gidip s..ardım. Anladın mı muhterem Profesör Mister Brown, anladın mı ?”

 Amerikalı, Muhtarın yüzüne hayretle baktı. Şaşırmıştı. Ay ışığı altında, gördü ki, gözleri yaşlıydı adamın. Üzüldü; düşüncesizce bir söz söylemiş, köyün muhtarını, konuk olduğu evin sahibini, Hasan Ağa’yı  ağlatmıştı. Onun her sözünü anlamamıştı ama, neler geçtiğini içten duymuştu. Durgunlaştı.

 Muhtar su güğümünü yere, kuru otların arasına bıraktı. Köye doğru yürüdü gitti. Amerikalı  orada kaldı.

 Hacıbektaş kırlarından, Hırka Dağı’nın kekikli yamaçlarından , çıplak tepelerden Kızılırmak koyağına doğru serin bir yel esiyor, kurumuş otların, ekin anızlarının  kokusunu getiriyor, tüm yöre ay ışığıyla yıkanıyordu.

……………………..