YAŞAMIŞLIKLAR VE YAŞADIKLARIMIZ 1966-2012

YÖREMİZDE İNSAN SEVGİSİ

Devran çarkı biz doğmadan dönmeye başlamış. O günleri yaşamış insanlarımızdan dinlerdik. Yollarda dev kervanlarıyla yeni yaygınlaşmaya başlayan motorlu araçlar, hanlar, su değirmenleri varmış. İskemle sohbetlerine de yetişemedim. Sobaların yaygınlaşmaya başladığı zamanları bilirim. Taş evlerin kalın duvarları, hezenli veya kemer odaların ısındığı ve ortam sıcaklığını da hemen kaybetmediği günleri gördüm. Toprak damları ve üzerinde “Dam tuvallaklarını” bilirim. Mahallelerdeki bulgur sofularının kullanıldığı günleri gördüm. O zaman bile eski olan yapıların muazzamlığı hâlâ gözlerimdedir. Renkli camların sabah güneşini odaya taksim ederken; Yeşili, maviye ve diğer renklerin harmonisine kadar dikkat etmişler.

Doğa yemyeşildi. Bu günkü organik dediğimiz gıdalar gayet sıradandı. Bilim ve Teknik dergisinin 1960’lı yıllarında bir sayısını okumuştum. GDO’nun insanlık medeniyetine katacağı artıları anlatıp duruyordu. Demek ki o zaman genetiği değiştirilmiş gıdalar o bakıştan böyle görünüyormuş. Zamanın ispat tesirine saygım sonsuzdur. Zira her zaman kıyaslamalı olarak gerçekleri ortaya çıkarıyor. İnsanlar bunlardan ders çıkarıyor.

Borus Çayı birçok değirmeni çalıştırırmış. Hayat adeta fantastik bir masal gibiymiş. Sokaklar tertemiz, insan ve doğa büyüklerimizin gözünde en kıymetli olan varlıklar kabul edilirmiş.

Evler adeta birer imalat han gibi çalışırmış. Kışlık kayıt olarak bilinen yıllık gıdalar yine evlerde yapılıp, muhafaza edilirmiş. Şaka değil Nevşehir bilmem kaç kıtlık atlattı. Tabi başarılarındaki ve o günleri acısız atlatmalarının altında yatan sebep insan sevgisi ve kayıt hazırlamakta yatmaktadır. Ne yazık ki günümüz insanı böyle imkanlardan mahrumdur.

Gençlerini devamlı savaşlara gönderen, Rumlarla ve Ermenilerle aynı şehri paylaşan atalarımızda cinayet gibi olayların olması söz konusu bile değilmiş. Cumhuriyet Mahallesinde nasıl olduysa bir cinayet işlenmiş. Çocukluğum bu cinayetin kritiklerini dinlemekle geçmişti. Zira kültürel yapının sağlamlığı böyle bir olaya izin vermezmiş. Eskiler derdi ki; “Bir insanın karakola düşmesi için en az 5 süzgeçken geçmesi gerekir.” Bu çok enteresan bir konudur. Eşkıya İlfat nihayet yakalanmış, yargılanmış ve idamına karar verilmişti. Belediye caddesinde infazı gerçekleşmiş. Birçok insanın hiç unutamadığı bir olaydı.

Genelde insanlar tevazu sahibi olurdu ki, toplumda saygın bir yer bula bilsin. Bu durumun kültürümüzde bulunan mahalle baskısı ile de hiçbir alakası yoktu. Üstelik adı geçen zamanın yaşlıları, o kibar insanlar; Harp görmüş, kıtlık yaşamış insanlardı. Bayılırdım sohbetlerine…. Galiçya, Yemen, özellikle Çanakkale Savaşlarında nice kahramanlıklar yapmışlardı.

O zor kıtlık yıllarında, akşam olup ortalık karardığında olan evlerden olmayan evlere tepsilerle, bohçalarla yemek ve erzak taşınması beni gerçekten çok duygulandırmıştı. Olan evler “Ya biterse de” dememiş, o anki var olanı paylaşmışlar.

Kıtlık yılları bitse de memleketin maddi açıdan fukarası bitmemiş. Mahalleli bu insanları devamlı yoklamış ve kollamışlardır. Bundan daha da ilerisi Aile kardeşliği varmış. Yazısız, anlaşmasız kendi başına oluşu verirmiş. Maddi açıdan varlıklı bir aile ile maddi açıdan varlıklı olmayan aileler adı konmamış kardeşlikler yaşamışlar. Kendi çocuklarıyla beraber büyüyen bu çocuklar okursa okutulur, bir sanat sahibi veya esnaf olması sağlanırdı. Bir deyişle istihdam edilirlerdi. Bu çocukların evlilik zamanlarında da hatırı sayılır yardımları olurdu. Kışlık kayıtlar, bağ bahçe işleri zaten bu doğal imece işlevliğini en güzel bir şekilde gösterirdi.

Mahallenin ana kadınları, sokakta yorulduğunu dahi bilmeden koşturup duran çocuklara; Sular, şerbetler içirir, yesinler diye dürümler verirlermiş ki, bu sayede çocuklar hem doyar hem de bir nebze dinlenmiş olurlardı. Böyle yaşanmış günlerim vardı. Ninelerimizin ikramı taze veya kuru meyve ve dürümdü. Efendim yarım elma gönül alma…. Pekmez çok, suda var suyun içine biraz pekmez akıtıp karıştırdığında al sana şerbet…. Kendimizin üç tane elmalığı vardı. Elma satmazdık. Yarım elma demek ki buradan geliyor. Sandık sandık dururdu. İnanın böyle bir şeyin ikramı da hoş oluyor.

Hafız der ki; “Karanlıklardan korkma sen ışık saçmaya devam et. Zira karanlıktaki ışık daha iyi parlar.” Bayramlarda evlerin dolup dolup boşalması gerçekten boşa değilmiş. Ana ninelerimiz ve dedelerimiz üstelik misafirleri çok severlermiş.

Bir insanın yüzündeki mutluluğu görmek; Tevazu sahibi takva yolunu tutmuş insanları çok mutlu eder. Hele bir de bu mutlulukta kendisinin de bir katkısı varsa değmen keyfine atalarımızın.

Veren kimseler, insanları incitmeden, kırmadan vermesi de çok dikkat edilen hususlardandı. Eskiden (960’lı yılların sonu 970’li yılların başı) Kışın kar yağdığı zaman hakkını vererek yağardı. Damların kürünmesi dar sokaklarda karın boyumuzu geçmesi bile geçmesi sıradan bir olguydu. Güneş almadığı için karların erimesi de oldukça zordu. Kar hayatı durdururdu. Evlerin hazırladıkları kışlık kayıtların kullanılma zamanıydı. Malzemenin çokluğu ve çeşitliliği yine olan evlerden olmayan evlere akardı. Böyle günlerde sohbetlerin, muhabbetlerin en güzelleri yapılır, sosyalliğin hat safhada olduğu mahallelerde zorluklar kolay edilirmiş. Çocuklar düşünülür ana nineler tarafından masalların en kralları anlatılır, yazısız tarih nesilden nesiller böyle sirayet edermiş. İnsan sevgisi olmasa tüm bunların yaşanması imkansızdır. Atalarımız sevide ferah olduğunu çoktan çözmüşlerdi.

Çarşıda da durum farksızdı. Alanlar alacaklarını çoktan almıştı. Böyle havalarda en çok kahvehaneler çalışırdı. Kışın çalışan kervanlar, kervansaraylarda havanın açılmasını beklerlermiş. Tek tük yolculuk yapan, çerçiler, tahsilata çıkmış celepler, gezer ozanlar ve diğer yolcular ya kervan saraylarda ya da Anadolu’ya yayılmış olan odalarda misafir edilirmiş. Hiç ücret talep edilmezmiş. Gezen ozanlar memlekete heyecan ve güzellikler katarmış. Nevşehirli bu sayede başka memleketleri, başka yaşanmışlıkları dinleme ve öğrenme imkanına da kavuşurmuş. İnsan sevgisinin başka bir göstergesi de bu olsa gerektir. 1700’lü yıllarda Osmanlının meşhur Türkmen sürgünleri yaşanmış. 1900’lü yıllara kadar akrabalıklar unutulmamış, bizimkiler oralara yatıya, onlarda bizim buralara yatıya misafir olurlarmış. Günümüzde akrabalıkların sadece en yakın kuşakla sınırlı kalması gerçekten enteresandır.

Yöremizin çerçi, kalaycı celep gibi esnaflarının yaygın olması, İpek yolunun üzerinde olması, İhraç ürünlerinin çok ve çeşitli olması Nevşehirlinin elini daima sağlam tutmuştur. Ayrıca güvene dayalı ticaretin yapılması Nevşehirliyi geliştirirken çevresini de genişletmiştir. Harama-helale dikkat edilmesi, vicdan ve merhametin olması, başka bir deyişle insan sevgisi bu kazanımları edindirmiştir.

Sosyal parametreleri denkleminde yerine koyarken insan sevgisini de de unutmamak gerekmektedir. Bu sayede muhakeme daha sağlıklı olacaktır. Ne olursa olsun geçmişimizin daha kaliteli hayatlar yaşadığına inanıyorum. Varlık-yokluk hayat düzleminin bir yerinde kaybolup gidiyor. Ortada sadece insanlık kalıyor. Yaşadığımız büyük evimiz dünyanın doğası kalıyor. Aynen evimize baktığımız gibi, atalarımızın yaptığı gibi doğayı da korumamız iyi bir insan olmaya çalışmamızdır. Zira, dinimiz, kültürümüz, aklımız ve kalbimiz devamlı bunu söylemektedir.

Söylemeye utanıyorum. İnsanların hakkını yemek, yolsuzluklar, hırsızlıklar, adam kayırmalar, topluma hizmet edecek kurumların arpalıklar haline getirilmeleri, gurur, kibir… İnsanı insan yapan değerlere hiç yakışıyor mu? İnsanlığı bozan kötülükleri yapanların ellerine ne geçiyor merak ediyorum. Haksız kazanç dinimize göre öteki dünyada istenmeyen pis bir yüktür. Tabii hesabı da cabasıdır.

Geçmişimiz şimdi mezarlarında yatıyor. Hani iskeletlerine bakıldığında zengin ve fakir ayırt edile biliyor mu? Gözümüzün gördüğü kadarıyla hayır.

Efendim, üstünlük takvadadır. Bence mutluluk da takvadadır. Para ilah değildir.

Hepinize saygılar sunarım.