YILLAR GEÇTİKÇE ANILAR DEĞER KAZANIR

İnsan,  geçmişine göz attıkça neleri yitirdiğini düşünüyor.

Döküm...Biz de dökelim bakalım geçmişteki yanlışlarımızı, ortaya çıkardığı sonuçları...

1958’de Göre İlkokulu’nu bitirdim. 10 yaşından başlayarak bir çocuk duyduğu olayları, anlatılan anıları yazıya dökebilir. Okulda iyi öğretmenlerimiz de oldu az sayıda, fakat hiç biri Göreli İstiklal Harbi gazilerinin anılarını dinleyip yazma gibi bir ödev vermedi.

Lisede sosyoloji, psikoloji, mantık, felsefe derslerimize giren  öğretmenim Hacı Küçükkaraca  ( Hasanoğlanlı ) verdi o ödevi : Yakın çevrenizde, yaşadığınız yerde yaşayan gazilerin anılarını dinleyin, yazın getirin, derslikte bize de okuyun!

Annemin babası dedem 1915 Çanakkale-Gelibolu Savaşları gazisiydi. Onu anlattım ödevimde. Fakat orada kaldı. Oysa, Göre’de çok sayıda gazi yaşıyordu. Yaşları 65,70 olan. Ha bugün, ha yarın derken birer birer göç ettiler. Kim bilir anlatacak neleri vardı. Bir komşumuzun adı Ethem idi. Babası, Dömeke Savaşı’nın ünlü kumandanı Gazi Ethem Paşa imiş. Baba, askerlik dönüşü köye dönünce doğan oğluna, pek sevdiği kumandanının adını vermiş. Onu da dinleyemedik. Demek ki, yakın çevremizden yönlendirme de zayıf kalmış.

Trablus, Balkan, Yemen, Seferberlik, İstiklal Harbi, Kore gazilerine karşı ilgisiz kalmışızdır.

1977’de Kadışehri Ortaokulu’nda Sosyal Bilgiler Öğretmeniydim. Sakarya Meydan Savaşı’na katılmış gazi var mıydı ? Araştırdım. Ömer Doğru adlı pek yaşlı bir gazi vardı . Yürüyemiyordu. Okulun müstahdemi gidip evinden, bir el arabasına bindirip getirdi. Derste okulun tüm öğrencilerine 1921’ deki o korkunç hengameyi, var olma yok olma savaşını ağlayarak anlattı. Öğretmenleri, öğrencileri de ağlattı. Belediye Başkanını da çağırmıştım . ’’ Bunca yıldır bu kasabadayım. İlk defa bir gazinin harp hatıralarını dinledim. Sağolasın Hocam,’’ dedi.

Hala pişmanlık duyar; tühsünürüm , yanarım ; 1950 ortalarından başlayarak, gazilerimizin anılarını dinlemediğime, yazıya dökmediğime…

…………………………….

Babam Muallim, Gezici Başöğretmen Şükrü Bey, yeni Türk alfabesine geçildiği 1928 yılında, Nevşehir Ortamektebi ikinci sınıfta talebeymiş. Şairlere meraklı imiş. Sevdiği şiirleri ezberler, arkadaşlarına okurmuş. Ol nedenle Osmanlıcayı iyi bilirdi. Canlı bir lügat idi. Özellikle kelimelerin kökünü arar, bulurdu  ( etimoloji ) . Fransızcaya da ilgisi vardı. Ben Nevşehir Lisesi öğrencisi iken, edebiyata düşkünlüğümü bildiği için bir gün dedi ki,

'' Oğlum, ilerde işine yarar. Sana Osmanlı elifbasını öğreteyim.''

O yaşlarda kafamızda kavak yelleri estiğinden, babamın isteğini önemsemedim, gülüp geçtim; ciddiye almadım.

1972'de Ürgüp Tahsinağa İlçe Halk Kütüphanesinde Charles Texier'nin Küçük Asya kitabını buldum. Osmanlı elifbasıyla 1924'te basılmıştı. Kitabın ününü duymuştum. Yararlanmak istiyordum, fakat zamanında öğrenmemiştim. Büyük pişmanlık yaşadım. Fakat yine babam imdadıma yetişti. Her gün kitaptan bir bölümü teyp kasedine okudu. Daha sonra ben bu okumaları yazıya döktüm. Böylece elimizde 100 daktilo sayfasıyla Cappadoce- Kapadokya Bölümü kullanıma hazır hale geldi. Araya karbon kağıdı koyarak pelür kağıtlara  daktilomla yazdım, isteyen hocalarıma, meslekdaşlarıma dağıttım. 1978-84 arasında doktora tezimi hazırlarken de bu notlardan yararlandım.

Osmanlı elifbasını Fırat Üniversitesi’nde öğrenme isteği duydum. Kütüphanede 1928 öncesine ait Yavrunun Elifbası adlı kitaplardan verilmişti bize. Sevgili kardeşim Osmanlıca okutmanı Adnan İnce yardımcı oluyordu öğrenmemiz için. Rousseau hakkında doktora tezi hazırlayan Sevgili dost Ahmed Necmi Yaşar da Osmanlıcayı öz çabasıyla öğrenmişti. Bu bizim üzerimizde etkili oldu. Dicle Üniversitesi'nde çalışmağa başladıktan sonra kendi çabamla öğrenme gayreti gösterdim. Türk Dili Edebiyatı yardoçu Münir Erten bana bu konuda yardımcı oldu.

.......................

İstanbul Beyazıt’ta, Beyoğlu’nda, Kadıköy’de, Üsküdar’da sahafları gezerken, belleğim alıe götürür beni 1950 sonlarına. Günde 3 gazete okuyan bir ilkokul öğrencisiyim. Babam her hafta, her ay düzenli olarak birçok dergi getiriyor Nevşehir dönüşlerinde. Sanmıyorum ki yaşıtım kent çocukları benim kadar gazete, dergi okuyor olsun. Hatta öğretmenlerimizin de çoğu okumazdı. Hüseyin ile birlikte elimize geçen her dergiyi  ilanlarına varıncaya değin okurduk.

Cumhuriyet’te, 1954 olmalı, Alageyik Efsanesi çizgi roman olarak yayımlanmıştı. Okumayı yazmayı yeni öğrendiğim günlerdi. Sevinçle, coşkuyla izlemiştim. Sanırım bir yıl kadar sonra Ressam Salih Erimez’in konusu Çanakkale Savaşları sırasında geçen bir sevda olayını resimli roman bantı biçiminde günbölük yayımlanmıştı. Onları kesip bir zarf içinde biriktirmediğime hala yanarım.

Gazete ve dergi gibi yayınların,yetişmemizde etkisi okul kadar yüksekti. Hatta diyebilirim ki, okulun veremediğini, ders kitaplarından elde edemediğimiz bilgiyi bu dergilerden öğrenmişizdir.

Dergilerin adlarını vermek gerekirse …Hayat, Akis, Kim, Akbaba, Taş, Karikatür, Dolmuş, Tef, Bütün Dünya, Tarih-Coğrafya Dünyası…Tarih Dünyası, Tarih Konuşuyor, Resimli Tarih Mecmuası, vb…

Babam ‘’Bunları sakla oğlum, gün gelir değer kazanır,’’ derdi.Günümüzdeki naylon torbalar, çanta dosyalar yoktu, ama bir bohçaya koyup bir dolapta, sandıkta koruma altına alma olanağı vardı.

Ne yazık ki, günümüzde sahaflarda her sayısı yüksek fiyatlarla satılan o dergileri koruyamadık.Önemli olan parasal yönleri değil , ama, nostalji yaşamak için o dergileri korumak gerekirdi. Çocuklarımızın, torunlarımızın da okuyabilmeleri için…

…………………….

Daha 1958-61 arasında ortaokul öğrencisi iken benim fotograf makinam vardı. Nitelikli değilse de, resim çekiyordu o ilkel kutu. Film pahalı idi cep harçlığımıza göre. Nevşehir'de iki fotografçı vardı. Filmi verirdik birine, kullanıla kullanıla kimyasal özelliği bozulmuş sıvılarla banyo yaptırdıkları için kartlara, son derece bulanık, kapkara görüntüler ortaya çıkardı. Öyle ki, bazen ne olduğu bile anlaşılmazdı.

Bize bir yol gösteren olsaydı, rehberlik eden çıksaydı kim bilir, ne resimler çekerdik. Öyle durumlarda düş kırıklığı yaşar, üzülürdük.

Bilinçli olarak kullanmayı öğrenmiş olsaydık, nelerin fotograflarını çekerdik ?

- Okulda öğretmenler, sınıf arkadaşları,

-Köyde, Nevşehir'de yaşlılar, İstiklal Harbi gazileri,

- Düğünlerde, bayramlarda temiz giysiler içinde insanlar, hemşehrilerimiz,

-Tarlada, bahçede,harmanda, hasatta köylüler,

-Nevşehir esnafı, zenaatçılar...

Günümüzde birçok meslek artık ortadan kalkmış durumdadır. Kalaycılık, nalbantlık, palancılık-semercilik, leblebicilik  gibi. O yıllarda o işleri yapan insanların resimlerini çekseydik, ne güzel bir kolleksiyonumuz olurdu.

..................................

1960 başlarında Avrupa’ya işçi göçü başlamıştı.

Tarlası, bağı bahçesi olan, traktörü, biçerdöğeri olan ,ineği, davarı olan çiftçiler de işçi olarak Avrupa’ya gidip çalışmak istiyordu. Hiç kimse mutlu değildi ülkede, emeğinin karşılığını alan da yoktu.

Gurbete gitmek, sıla özlemiyle yanıp kavrulmak… Gurbetçinin sırtını bit ;  kazandığını it yermiş. Önceleri  tırpancılar, örneğin Bor ovasına ekin biçmeğe giderler, para kazanıp dönerlerdi. Çukurova’ya inip biraz para kazanıp , biriktirip, sağlığını yitirmiş olarak dönenler de olurdu. Fakat olumsuz örnekler daha yaşı yenice 30 olmuş köylüler üzerinde caydırıcı,vazgeçirici etki yaratmıyordu.

Feyhan ablamın kocası Ahmet eniştem, Ahmet dayımın oğlu Erol ağabeyim, dedemin kardeşi Hafız Emmimin oğlu Mustafa Güccağam da Avrupa’ya gitmek istiyorlardı. İş ve İşçi Bulma Kurumu’na başvurdular. 1964 yılının eylül ayı içinde olumlu yanıt geldi. Belgelerini tamamlayıp Ankara’ya , Genel Merkez’e gelmeleri isteniyordu. Bu arada birçok aracı, simsar çıkmıştı ortalığa. Sağlık muayenesini garantileyeceklerini söyleyerek para istiyorlardı. Çünkü, dişlerinde tek bir noksanı olanı bile göndermiyorlardı Avrupa’ya. Her ülke, çalışacak işçinin sağlıklı olmasını istiyor, kendi hekimlerini görevlendiriyorlardı muayenelerde. Bizim hekimlerimize güvenmedikleri ortaya çıkmıştı. Rüşvetle çürük gövdeli insanlara sağlam raporu verilmekte olduğu haberleri gazetelerde her gün yer alıyordu.

Ağabeylerimin belgelerini ben doldurdum. Pasaport için gerekli olan, noterlikten istenen belgeleri titizlikle , özenle hazırladım. Bunları yapmak için de ortalıkta birçok ‘’arzıhalciler’’ türemişti ve yüksek bedeller istiyorlardı. Yakınlarımı soyulmaktan kurtarmıştım.

Daha 17 taşındaydım. Lise bitmişti. 1964 yıl benim için bir milat yıllı idi. Üniversiteye giriş sınavlarının açıklanmasını bekleyerek geçmişti o yaz günleri.

Askerlik şubesinden bir çağrı gelmiyordu. Özgürdüm. Kendim için de belgeler doldurup pasaport çıkartarak, ağabeylerimin yanına katılıp Avrupa’ya gitme cesaretini gösterebilseydim yaşam çizgim ne yönde değişecekti ? Sözünü ettiğim ağabeylerimin tümü Holanda’ya gidip Hengelo’daki fabrikalarda çalışmağa başladılar 1965 başlarında. Belki ben de önce orada yaşasaydım bile, bir olanak bulup Fransa’ya geçebilirdim. Uygarlık dili olarak bildiğim Fransızcayı seviyordum ve özümü bu konuda geliştirmek istiyordum.

Köylü  çekingenliği…Girişim korkaklığı…O günlere değin anamın yanından pek ayrılmamışım. Çat köyündeki halamın evine giderdim yaz dinlencelerinde bir hafta kadar. Talas Kolejinin sınavına gitmiş; Kayseri’de 4 gün geçirmiştim. Özlem dayanılmaz mı olurdu. Daüssıla…

1964 güz aylarından bu yana 53 yıl geçti. Lise çıkışlı olarak Avrupa’yı daha o yaşta tanıma olanağını cesaret eksikliği, deneyimsizlik yüzünden kaçırmış olduk.

 Yaşamımdaki en büyük tühsünmem bu olaydır.

……………………………………….

Liseyi bitirince Ankara Üniversitesi DTCF, Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. Kaydımı yaptırdım. Aristokrat bölümün aristokrat öğrencileri. Bir hafta sürdü öğrenciliğim. Yavaş yavaş arkadaşlarım oluyor. Yaz dinlencelerinde Fransa’ya, Belçika’ya, İsviçre’ye gitmişler. Taa ilkokul öğrenciliklerinden beri hem de. Nevşehir lisesinden gelmiş bir çocuğu kim neylesin ? Turgut Sutekin’in öğrenciliğini yaşamışız. Bölüm ne durumda ? Daha 3 yıl önce Eğitim Bakanlığı yapmış Prof Dr Bedrettin Tuncel Bölüm’de öğretim üyesi idi. Doç Dr Beynun Akyavaş vardı, Dr Attila Tolon, Dr Hasan Anamur, Doç Dr Cemil Göker, Gönül Hanım, Madmazel Guiffan…Bir arkadaş sonunda bölümü özetledi : ‘’ Burada Fransızca öğrenilmez; Fransızcanın bilimi yapılır.’’

Bana soğuk geliyordu  bölüm.

Arkeolojiye de ilgi duyuyordum. İkircikli kaldım birkaç gün boyunca.

Sonra kararımı veririm.

Ve ben bırakıp bu bölümü ,kaydımı oradan alıp, Coğrafya öğrencisi oldum.

Acaba, ısrar etseydim, Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi görseydim, kader çizgim beni nerelere götürürdü ? Belki de o bölümü bitirince Fransa’ya gider, orada çalışmalarımı sürdürürdüm. Fransız yazınından çağdaş yazarların betiklerini çevirirdim belki de.

Bölüm değiştirmekle insanın yaşam biçimi nasıl da değişiyor…

………………………..

1973 yaz dinlencesinde Ankara’da MEB Radyo,Fim,Tv ile Eğitim Merkezinde Radyo Programı Prodüktörlüğü kursuna eşimle birlikte katıldım. Ders aldık, deneme yazılar yazdık. Türkiye’nin her yanından gelmiş meslekdaşlar arasında 21 güzel gün geçirdik. Yazılarımız beğeniliyordu. Kurs yöneticisi iyi eğitimci  Dr Musa Gökmen, ikimize birden görev önerdi. Bakanlık içinde yer değiştirme sözkonusuydu ve bu, zor olmayacaktı (muvafakat). Fakat bir iktidar değişikliğinde güvencesi var mıydı mevkiimizin. Hayır. Öte yandan evimizi Ankara’ya taşımamız sözkonusuydu. Oğlumuz Umut daha 8 aylıktı ve anneannesi bakıyordu. Ankara’da bunu nasıl gerçekleştirecektik ? Umut’u kime emanet edecektik ?

Dr Musa Gökmen ‘’ İlerlemek için bazı riskler sizin için caydırıcı olmamalı. Birlikte çalışalım, kararınızı verin. Böyle bir öneriyi herkese yapmayız, ona göre !’’ diyordu.

Kararımız olumsuz oldu. Oğlumuzun özlemine 21 gün zor dayanmıştık. Ankara’da yaşamaya başlasak ve çocuğumuz Ürgüp’te kalsaydı nasıl duracaktık !

Kararımız olumlu olsaydı, yaşam düzenimiz hangi çizgide değişecekti. Kim bilir ?

---------------------------------------------

(*) Tüh...Tühsünme...Hayıflanma, pişmanlık duyma, nedamet anlamında kullanılır.Göre’de bilinen bir fiildir.