ANTİKA TAS 

Ürgüp’ten İstanbul Kapalıçarşı’ya,

oradan Avrupa’ya akan antika eşya ırmağı.

Bir sel gibi.

1970’lere değin kimsenin dönüp bakmadığı çul çapıt,

bakır,demir, halı kilim eskisi rağbet görüyordu artık.

Ürgüp’ün köylerinde her antikacının birer elçisi vardı.

Yıkıntılar içinde ne var ne yok, deşip eleyip ortaya çıkarıyorlar,

sonra da Ürgüplü antikacılar aracılığıyla                                               

Kapalıçarşı’ya aktarıyorlardı.

Bazıları üzeri tozlu topraklı, kirli çapaklı kalıyordu.

Metal eşyalar temizleniyor, parlatılıyordu.

Köylünün bir liraya hurda niyetine sattığı bir tas,

Kapalıçarşı’dan İsveç’e 1 000 liraya gidiyordu.

Ortodoks halkın 1924 öncesi yaşadığı köyler, beldeler pek rağbette idi.

Tavan süsleri, dolap kapakları, kapı tokmakları, kırık lambalar

                        para ediyordu.

Abuzittin köyleri geziyordu;

                kahvelerde oturuyor, “milletin ağzını yokluyordu”.

Gide gide Nevşehir’e ulaştı.

Fakat, canı sıkılıyordu ; çünkü “milletin gözü açılmıştı.”

1940’larda çöplüklere, küllüklere atılanlar, artık, dolaplarda saklanıyor

ve ederi de giderek yükseliyordu.

Çünkü, Ürgüplü antikacıları aradan çıkararak,

taa Kapalıçarşı’dan doğrudan gelerek

       antika eşya satın alanlar da ortalıkta                 

       gezinmeğe başlamıştı.

Yürüye yürüye, Kale’ ye doğru çıktı Abuzittin.

Bazı sokaklar “çıkmaz” idi.

Çocuklar gülüşüyordu böyle yerlerde yürürken.

“ Emmiii, nire gidiyon sen, ora çıkmaz sokak” diyorlardı.

Kaleye yakın bir evin önünde,

bir çocuk kedi yavrularıyla ilgileniyordu.

Yeni doğmuş, birbirinden güzel dört yavrucuk,

 bir çanaktaki sütü içmeğe çalışıyorlardı.

Çocuk, her bir yavrunun sırtlarını okşuyor,

sanki anlıyorlarmış gibi, mırıl mırıl konuşuyordu onlarla.

Abuzittin bir süre izledi çocuğu, kedi yavrularını.

Dikkatle bakınca gördü ki, içinde süt olan tas antikadır.

Çepeçevre Arapça sure yazılı…

Kabartma…

Sanatlı…

Hattı talik yazı…

Belki hattı siyakat…

Kafasında bir şimşek çaktı.

“ Yavrum”,dedi yumuşak bir sesle.”

Bu yavrucaklar ne gadar gözel, maşşallah, maşşşallah!”

Çocuk gülümsedi, Abuzittin’e bakarak yanıt verdi.

“ Daha on günlük bunlar amuca. Helbet gözeller. Her sabah onlara süt içiriyom.”

Yavrum, hep bi kedim olsun isterdim. Bi tanesini bana sat.”

Oluuur. Denesi yirmi lira.”

Aboooov ! Çoh bahalı ooolum. Beş lira  olmaz mı?”

Olmaz amuca. Babam gızar bana, ucuza virmissin diyi,hatta  döver de beni.”

Abuzittin’in canı sıkıldı.

Fakat, planını uygulaması için yirmi lirayı vermesi gerekiyordu.

Cüzdanını çıkardı, tek tek saydı banknotları.

Çocuğa uzattı.

“ Yavrum, sağol. Bu yavrucak nerden süt içecek, o tası da vir baari.”

Çocuk sırıttı.

“ Sen ne diyon amuca, kedimiz yedi dene doğurdu. Üçünü satdıydım. Bu tas sayesinde para gazandık biz. Bunu sana virirsem  öbür yavruları nasıl satıyım ?”

Abuzittin, “Gitti bizim paracıklar,” diye dövünürken,

çocuk yavruları, içinde sütüyle tası aldığı gibi içeri girdi, kapıyı kapattı.

Lan, bu memleketin adamı, çocuğuna varana gadar, tümden sahtekar olmuş arkadaş,” diye sokrana sokrana yürüdü.

Kucağındaki yavru gömleğini tırmalıyordu.

Onu unutmuştu can sıkıntısından.

Yere fırlatıp attı.

Yavru acı acı miyavlayarak eve doğru koştu.

Abuzittin’in ereği Kale’ye çıkmak, oradan çevreyi seyretmekti.

Vazgeçti.

Yalpalaya yalpalaya dar, yer yer eşikli sokaklardan geçerek

kentin  merkezine doğru yürüdü gitti.