BALLIKAYA’DAN YUVARLANAN TAŞLAR

Daha kasaba olmamıştı köyümüz. 1958 yılındayız.

23 Nisan günü Kamutay’ı açar, yurtsever mebusları toplar, onların vatan kurtardıklarına inanır, ezbere okuduğumuz şiirler bitince de tören sona ermiş olurdu. Yürüyerek şehirden gelen öğretmenler, eğer aralarında küslük yoksa, yine yürüyerek yanyana, söyleşerek dönerlerdi evlerine.

Bazen, görürdük, okulumuzun altından geçen Niğde Şosesi kıyısında durur; bir kamyon, bir traktör beklerlerdi.

23 Nisan Milli Hakimiyet ve Çocuk Bayramı sonrasında dersler önemini yitirirdi. Şehirden çağrılan fotografçı , okulu bitirecek öğrencilerin diplomalarına yapıştırılacak vesikalık fotografları çeker, biz çay kıyısındaki bahçelerde koşar, oyun oynardık.

Tören sonrası bizim için tatil, dinlence. Ertesi gün de okula gitmezdik.

O hiç bitmeyecek sandığımız gün ne kadar mutlu olurduk.

Hava güzeldir. Karlı, uzun bir kıştan sonra güneş ısıtmaktadır havayı.

Önce çiçekler açmıştır. Arkadan yapraklanır ağaçlar. Doğanın canlanması en uyuşuk canlıya bile bir yaşam coşkusu , bir taşkın sevinç verir.

Çayımız akardı. Kıyılarında gökçe göğertili çayırlar, yer yer menekşeler görürdük, koparmaya kıyamadığımız.

Kuzularımız, oğlaklarımız ardarda doğardı Nisan günlerinde. Ak bulut örneği Sahiplenirdik onları. Ad takardık boyaklarına bakarak.

Melemeler doldururdu havayı. Yünsü yünsü kokulu eserdi yeller.

Yaşımız daha 10,12…Anacığım okuldan geleceğimiz vakti bilir. Yufkaya börtlenmiş yumurta koymuştur üstüne tuz ekeleyip, taze soğanla dürüm yapıp bir bohçaya yerleştirmiştir. Azığımız hazır.

Komşu, hısım çocuklarıyla , önümüzde kuzular…Ver elini Ballıkaya…

Metin  bir türküye başlıyor.

                             Uzun olur gemilerin direği.

                             Yanık olur anaların yüreği…

Daha köyden çıkmamış. Ne deniz görmüşlüğü var, ne gemi! Filmlerden biliyoruz, bir de her hafta okuduğumuz Hayat mecmuasından .Fakat türküsü güzel…

Ballıkaya’ya varınca, kuzularımız kipir kipir otları yerken biz çevreyi seyrederiz. Sanki uçaktan bakar gibiyiz. İşte şu bizim evimiz…İşte bu sizin eviniz…Köyün tek kiremit örtülü yapısı okulumuz…Atatürk’ün yaptırdığı; geniş pencereli…Ondan daha görkemli yapı olmadığını düşünüyoruz.

Seyretmelere doyamıyoruz.

Mehmet başlıyor türküye.

                         Ordu’nun dereleri , aksa yukarı aksa,

                          Vermem seni illere Ordu üstüme kalksa.

Ordu ne? Köy mü, şehir mi? Ben biliyorum Karadeniz yalısında bir şehir olduğunu. Mehmet bilmez , o daha üçüncü sınıfta. Coğrafya dersi görmemişler, evlerinde de atlas yok.

Taa aşağılarda Niğde şosesinden gelip geçen kamyonlar. Tozu dumana katıyorlar. Zaman zaman öküzlerin çektiği kağnılar da geçiyor; gıcır gıcır…Aradaki farkı daha iyi anlıyoruz. Kağnı ne kadar da yavaş hareket ediyor. Tarlaya varıncaya kadar o, kamyon şehire ulaşmış oluyor.

Kuz yeller esiyor. Hava güneşli, güzel. Üşümüyoruz. Ballıkaya’nın üstü düzce. Çayır çimen kabarmış.

Kara taşlar duvar gibi dik. Bacaklarımızı sallayarak oturuyoruz. Şaka yapanlar, aşağıya itecekmiş gibi bir devinimle korkutuyor. Tehlikeli. Anamız, babamız bilse bunu, nasıl endişe ederler.

Çayırların üzerine uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar pamuk gibi, aklı karalı. Nasıl da güzeller. Bir pırpır uçak geçiyor. Kayseri’den Ankara’ya gidiyor olmalı. Ne kağnı, ne kamyon onun kadar hızlı geçemez. İmreniyorum uçağa, uçaktakiler kıskanıyorum.

Osman başlıyor bir türküye.

Sarı saçlı yar  mı verdi?

       Tükenmeyecek mal mı verdi?

   Nem alacak felek benim ?

Daha yaşımız onbir, oniki,onüç … Ne malı, ne yâri ? Köyde birkaç tane radyo var ya, Osman onlardan dinleye dinleye ezberlemiş türküyü .

Bir bakıyorum Ahmet, yarısı toprağa gömülü koca bir kara taşı yerinden çıkarmağa çalışıyor. Bir değnekle çevresini çukurlaştırıyor. Terleye terleye…

‘’ Ne yapacaksın o goca daşı ? ‘’

‘’ Bekle, görürsün.’’

Kuzularımız otluyor. Yiyip yiyip otları, yatanlar da var. Evden gelirken yokuşu tırmandık, yorulmuş zavallılar. Kuzu insanda acıma duygusu uyandırıyor, ama, öyle güçlüler ki…

Ahmet, koca kara taşın çevresini iyice hendek gibi kazdı. Taş artık yerinden çıkabilir. Uğraştı, didindi yerinden oynattı. Dik duvarın ucuna değin yuvarladı. Biz bakıyoruz.

‘’ Seyredin şimdi, ne olacak ? ‘’

Tüm gücünü kullanarak taşı aşağıya itti . Taş önce boşlukta uçtu, sonra çıkıntılı kayalara çarparak ikiye, üçe bölündü. Son sürat Niğde Şosesi’ne doğru ilerlediler. Herbir parça, yamaçtaki gelin sandığı büyüklüğündeki taşlara çarpıp onları da hareketlendirdi, kalabalık bir canlı öbeği gibi hep birlikte toz duman içinde yola indiler. Hızları kesilince, yolun karşısındaki bahçe duvarlarına çarpıp kaldılar.  O sırada bir kamyon geçip gitmiş, kurtulmuştu.

’ Tüh yav. Çarpmadı.’’

Eyy Ahmet! Çarpsaydı ne olurdu? Ne kamyon kalırdı, ne içindeki hiçbir şeyden haberi olmayan masum sürücü, ne yardımcısı zavallı çocuk. O süratle bir çakıl taşı bile kocaman blok çarpması etkisi yapardı. Kamyon haşat olurdu, bahçelerin duvarlarına doğru itilirdi hurda halinde .

Daha 12 yaşındaydık ve bunları düşünecek durumda değildik.

Ne denli tehlikeli bir oyun oynadığımızın ayırdında değildik.

O yuvarlanan taşlar kendi köyümüzün insanına ait bir traktöre de çarpabilirdi. Bir at arabasına, bir öküz kağnısına, bir insana, köye dönen bir davar sürüsünün içine de dalıp nice zararlar doğururdu…

Belimize bağladığımız bohçaları açtık. Yumurtalı, taze soğanlı yufka dürümlerini iştahla yedik.

Mustafa elmalıklara doğru baktı : ‘’ Şimdi çok küçüktür elmalar, değil mi? Yenecek durumda değildir ,‘’ dedi.

Hüseyin, bağlardaki zerdali ağaçlarına baktı : ‘’ Şimdi bu çağlalar gerelmiş olsaydı, susuzluğumuzu giderirdik,’’ dedi.

………………..

O gün akşama doğru bulutlar karardı, sanki gece oldu, gö gürültüleriyle, şimşeklerle bir sağanak indi.

Ortalık suya, sele boğuldu.

’ Daylaş,, daylaş, daylaş !’’

Bayır aşağı, Ballıkaya’dan köye doğru inerken kuzularımızı bu seslerle canlandırdık. O güçsüz görünen yavrucaklar nasıl da taşların arasından koşarak, bacaklarını değil kırmak, incitmeden indiler, şaşılacak şeydi…

Islanmış kuzularımızı korumak için ceketlerimizi, sakılarımızı çıkarıp üstlerini örttük.

Doğa onları korumağa almış. Yünleri yağlı; üşümüyorlar. Bir silkindiler mi, tüm sularından arınıyorlar.

O yağış da o güzel günün bir armağanı olarak belleğimizde yerini aldı.

Havada ıslak yün kokusu…

Evde kuzularımız analarını buldu. Hiç karıştırmadan, şaşırmadan. Emdiler doyasıya.

…………………

1970’i 71’ e bağlayan yılbaşı gecesi Ankara’dan Boğaziçi Ekspresi’ne binip İstanbul’a gittim. Haydarpaşa’dan vapura binip sabah erken, Sirkeci’ye geçtim. Ucuz bir otel arayıp buldum. Niğde Oteli … Nüfus cüzdanımı kayıt için verirken, orada oturan bir adam dikkatli dikkatli bana baktı.

‘’ Nerelisin?’’

Söyledim.

Yüzünde acı bir gülümsemeyle sordu…

’ Göre’nin sıpaları hala yukarlardan taş yuvarlıyorlar mı? ‘’ dedi.

………………………..