BAŞKALARI İÇİN FEDA EDİLEN HAYATLAR…
Modern dünyada markalar ve semboller, yalnızca birer eşya olmaktan çok uzakta. Pahalı saatler, lüks araçlar, göz alıcı evler... Bunların hepsi, içimizdeki boşluğu kapatma çabamızın dışavurumundan başka bir şey değil. Kendimizi "değerli" hissetmek, çevremizdekiler tarafından "büyük" görülmek için harcadığımız enerji, aslında bir yanılsamaya hizmet ediyor.
Bu çaba, kibrimizin bir dayatmasıdır. Sahip olduklarımız üzerinden bir kimlik inşa etmeye çalışırız, çünkü kendimizi başka bir şekilde ifade etme yeteneğimiz yoktur. Gerçekte kim olduğumuzu saklamak, içimizdeki boşluğun fark edilmesini engellemek için bu kamuflaja sarılırız. Ama bu kamuflaj şeffaftır; hem biz hem de çevremizdekiler, altındaki boşluğu sezebilir.
Çoğumuz bu oyunu oynarız. Bu yanılgının farkında olmamıza rağmen, alternatif yolun ne olduğunu bilemeyiz. Daha doğrusu, bu yolun farkında olanlar dahi onu seçmek için cesaret bulamazlar. Çünkü toplumsal normlar, yanılsamayı sürdürmenin "doğru" olduğuna inandırır bizi. Yanlış olduğunu biliriz, ama doğrusu konusunda hiçbir fikrimiz yoktur.
Belki de asıl soru şudur: Bizi bu illüzyonlara hapseden şey ne? Bir başkasının gözünde "değerli" görünmek neden bu kadar önemlidir? Gerçekten kim olduğumuzu göstermenin utanç verici bir tarafı mı vardır? Yoksa en büyük yanılgı, tüm bu çabalarımıza rağmen gerçek anlamda değerli olmayı hala anlayamamış olmamız mıdır?
Gerçekten büyük olan, bu yanılsamaları kırabilendir. Kim olduğuyla barışık, boşluğunu kabul etmiş ve o boşluğu dış dünyanın süsleriyle değil, kendi içsel zenginliğiyle doldurabilendir. Belki de çözüm, bu sade ve cesur farkındalıkta gizlidir.
Hayatımız, başkalarının düşüncelerinin gölgesinde şekillendiğinde, kendi kimliğimizi yitirmeye başlıyoruz. Bir sabah aynanın karşısında durup "Bugün ne giymeliyim?" diye sorduğumuzda, aklımızdan geçen ilk düşünce, "Bu kıyafet bana yakışır mı?" değil, "Başkaları bu kıyafeti beğenir mi?" oluyor. Belki de bir mağazadan sırf çevremizin onaylayacağını düşündüğümüz bir elbiseyi alıyoruz, ama o elbise aslında bizim değil, başkalarının tercihleri oluyor.
Bununla da kalmıyor. Mesela, bir iş seçerken bile iç sesimizi susturuyoruz. Kalbimiz, belki çocukluğumuzdan beri hayalini kurduğumuz o yaratıcı mesleği isterken, etrafımızdan yükselen sesler, "Bu işten para kazanamazsın," ya da "Bu meslek prestijli değil," diyor. Ve biz, kendi hayallerimiz yerine onların beklentilerini gerçekleştirmek için yola çıkıyoruz. Ama sonunda, bu yol bize tatmin değil, yalnızca bir boşluk getiriyor.
Sadece büyük kararlar değil, küçük anlarda bile bu durum kendini belli ediyor. Bir arkadaş grubundayken, bir fikrimizi dile getirecek olduğumuzda, "Ya yanlış bir şey söylersem? Ya beni eleştirirlerse?" korkusuyla susmayı tercih ediyoruz. İçimizden geçenleri paylaşamıyoruz, çünkü başkalarının ne düşüneceği bizi felç ediyor.
Oysa ki, başkalarının düşüncelerine bu kadar takılmak, kendi benliğimizden ödün vermek anlamına geliyor. Başkaları bizi eleştirebilir, yargılayabilir, ama onların düşünceleri yalnızca onların gerçeği. Bizim gerçeğimiz, içimizde saklı. Bu gerçeği keşfetmek, onu cesaretle ortaya koymak, belki zor ama bir o kadar özgürleştirici. Kendi seçimlerimizi yapmak, "Bu benim kararım," diyebilmek, bizi başkalarının gölgesinden çıkarır ve kendi ışığımızı bulmamızı sağlar.
Unutmayalım, başkalarının düşünceleri, üzerimizde ancak izin verdiğimiz kadar etkili olabilir. Gerçek özgürlük, başkalarının değil, kendi iç sesimizin rehberliğinde yaşamakla mümkündür.
Tamer ALTUNTAŞ
29 Aralık 2024