Eşyanın Krallığında İnsan
Bir zamanlar eşyalar insana hizmet ederdi. Şimdi ise biz onlara tapar hâle geldik. Gardıroplarımızda sayısız kot, tişört, ayakkabı var; evlerimiz, arabalarımız, takılarımız, teknolojik cihazlarımız… Tüm bunlar, hayatımızı güzelleştirmek için değil, bizim üzerimizde hüküm sürmek için birer taht kurmuş gibi. Farkında olmadan eşyanın kölesi oluyoruz; bu bir mahkûmiyet ki zincirleri altın kaplama.
Epikür, “Gerçek zenginlik, çok şeye sahip olmak değil, az şeye ihtiyaç duymaktır,” demişti. Ne kadar haklıydı! Gerçekten az şeye ihtiyaç duymak, insanı özgürleştirir. Ancak modern dünyanın tüketim ideolojisi, bu özgürlüğü bize unutturdu. Sürekli “daha fazlasına” sahip olma arzusuyla dolup taşıyoruz. Ve bu arzular, bizi bir hapishaneye kapatıyor; duvarları yüksek, kapıları görünmez, gardiyanları bizden beter esir.
Bir düşünün, elinizdeki telefon olmadan ne kadar dayanabilirsiniz? Bir gün, belki bir saat? Bu cihazlar sadece iletişim kurmak için mi var? Yoksa bizi bizden çalan birer hayal makinesi mi? Sokaklar artık sessiz; kahkahalar yerini klavye seslerine, samimi sohbetler ise bir ekranın soğuk mavi ışığına bıraktı.
Eskiden insanlar birbirlerini arar, dertleşir, hayatı paylaşırdı. Birbirinin gözünün içine bakarak konuşmanın, bir dostun elini sıkıca tutmanın yerini hiçbir şey dolduramazdı. Şimdi ise ekrandaki "online" ibaresine bakıp avunuyoruz. Dostluklar, sanal dünyada uçup giden veri paketlerine dönüştü; dertleşmek, bir mesaj kutusuna birkaç kelime bırakmak oldu. İnsan, yalnızlaştı.
Teknoloji suçlu değil belki; onunla ne yaptığımız esas mesele. Akıllı telefonlarımız bizi daha akıllı yapmadı, ama kesinlikle daha yalnız yaptı. Eski dost sofraları, komşu muhabbetleri, parkta oynayan çocukların kahkahaları… Tüm bunlar, sanal âlemin büyüsüyle silinip gitti. Bir zamanlar sokaklarda yankılanan insan sesleri, şimdi sosyal medya bildirimlerinin yerini aldı.
Teknoloji, özgürlük vaadiyle geldi; bilgiye, iletişime, eğlenceye sınırsız erişim sundu. Ama bedeli ne oldu? İnsanlar, dört duvar arasında kendi inşa ettikleri dijital kafeslere gönüllü olarak hapsoldu. Ve bu hapishane, yalnızca fiziki değil; ruhsal bir esaret de yarattı. Artık dostlukları, aşkları, hatta kendi kimliklerimizi dahi ekranların filtrelenmiş dünyasında arıyoruz.
Peki, bu gidişatı durdurabilir miyiz? Eski günlerin saflığını, insan olmanın o sıcak dokusunu yeniden yakalayabilir miyiz? Belki de çözüm, basitlikte. Az şeye sahip olmakta, anı yaşamakta, dostla omuz omuza verip hayata karşı dik durmakta. Teknolojiyi bir araç olarak kullanıp, efendisi olmayı öğrenmekte. Çünkü asıl soru şu: İnsan mı teknolojiyi kontrol edecek, yoksa teknoloji mi insanı?
Düşüncelerimizi özgür bırakmak, gözlerimizi ekrandan kaldırıp birbirimize bakmak, eski bağlarımızı yeniden örmek elimizde. Unutmayalım, gerçek zenginlik eşyalarda değil, birbirimizin yüreğine dokunabilmekte saklıdır.