GÖLLÜDAĞ YOLLARINDA

‘’ Belçika’dan gelmiş tarih profesörü… Göllüdağ’a çıkmak istiyor. Hanımı da yanında. Ne dersin ? Rehberliği kabul eder misin ? ‘’

1976 yılı…Öğretmen arkadaşım Berhan Avcı söylüyor bunu.

Yaz dinlencesindeyiz. Zara sürgünü olsam da, evim hala Ürgüp’te. Lise’nin güz dönemi sınavlarına daha var birkaç gün.

Kabul ediyorum. Evimden çadırımı, fotoğraf makinalarımı alıyorum. Birinde ak-kara negatif film, diğerinde renkli diapozitif film var.

Prof Dr  Edmond Picard  ve kendisine göre genç eşi Madame Marianne…Karavanlarıyla gelmişler. Göllüdağ’a çıkmak istiyorlar.

Gezer ev bu karavan. Toplam  9-10 m2 olsa da, bir evde ne varsa bunda da mevcut. İmreniyorum. Beni gezdirirken açıklama yapıyorlar. Burası yalnız ev değil, çalışma ofisi aynı zamanda. Çok sayıda kitap,harita  var. En çok da elektronik daktiloyu beğeniyorum. Biz hala 30 yıl öncesinin Facit 200 daktilosunu  kullanıyoruz.

Ürgüp’ten yola düşüyoruz , Ayvalı, Güneyce, Mazı, Kaymaklı, Derinkuyu, Suvermez üzerinden Göllüdağ’ın dibine ulaşıyoruz. Karavanı burada bırakmak gerekiyor. Volkanik dağ, yol yok. Ancak keçiyolu var yamacında, kumlu , çakıllı...

Ben geçmişte , bir ay kadar önce de, fotoğraf sanatçısı Şahin Kaya, gazeteci Taner Erdoğan, öğretmen Hüseyin Güney ( Eğitim Bakanlığı 20 gün sonra Holanda’ya , Groningen’e göndermişti )  ile birlikte çıkmıştım bu dağın doruğuna. Zor bir tırmanma…Kumlu yamaçlar. Bir adım atıyorsun, iki adım geriye kayıyorsun. Böyle böyle 3 saatte çıkabilmiştik.

Profesöre anlattım bunları. Köyde, İlkokulun avlusuna karavanı eyledik. Muhtar , demek bizi gözlüyormuş, hemen yanımıza geldi. Ellerimizi sıktı. Tanıştık.

Halk alışkın turiste. Kır bekçisi çıktı geldi. 50’li yaşlarda yıprak bir adam. Omzunda çifte namlulu tüfek…Ailenin eşyaları var; çadır, uyku tulumu, fotoğraf makinaları…Bir merkep, daha iyisi katır gerekli. 10 dakika içinde o da bulundu. Pek güven vermeyen, sinsi yüz ifadesiyle bir delikanlı aldı getirdi eşeğini.  

Muhtar bütün bu işleri 20 dakikada çözümledi.

‘’ Ne ödeyeceğiz ?’’ dedim muhtara.

‘’ Belli bir tarife yok, ‘’ dedi. ‘’ İtiraz etmezler, ne ödeseniz olur. Sen madem bizdensin. Bu hocaya anlatırsın.’’

Marianne Hanım her şeye dikkat ediyor. Çevremize toplanmış kız  çocuklarının yüzlerini okşuyor. Belik belik saçlarını sayıyor, fotoğraflarını çekiyor. Karavandan bir kutu Belçika şekeri getirdi. Çocuklar kapıştılar. Ağızları tadlandı, mutlu oldular.

Rüştü Ağa ile,  adının Ekber olduğunu öğrendiğim delikanlı fısır fısır konuşuyorlar, bize bakıp bakıp. Anladım, kaç lira isteyecekler, onu tartışıyorlar.

Profesörün sırt çantasını, bir kutu içindeki fotoğraf makinalarını merkebin üzerindeki heybeye yerleştirdik. Konuklarımız hazırlıklı insanlar. Trekking nedir, biliyorlar. Ayaklarında sağlam  bot…Montları sağlam, yedekte rüzgar ceketleri var. Ellerinde sağlam metal çubuklar, yeri yoklamak, düşmeyi önlemek için. Başlarında geniş kenarlı haki boyaklı hasır şapkalar, ayaklarında bol cepli safari pantolonları…

Kır bekçisi Rüştü pek meraklı. Sert görünmeğe çalışıyor. Tehditkar bakışlı.

‘’ Sen gaç lira gazanıyon bu gılavuzluk işinden Hoca,’’ diye bana soruyor.Hırçın, öfkeli.

‘’ Sen bu gavura söyle, benim selahiyetim böyük, geniş. Niğde Valisinden  vesigam var. Yoharda fotugraf çekmek yasak. Emrime uymayanı bağlar, önüme gatar, dayag ata ata götürür Gölcük Garagoluna teslim iderim haa ! ‘’

Ben gülümseyerek dinliyorum.

İnanmadığımı düşünüyor olmalı.

‘’ Şo Ekber’e sor bi. Geçen sene iki Yonan türisdi ne yapdım.’’

Delikanlı kafasını sallıyor.

Dağı tırmanıyoruz. Konuklarımız sağlıklı, kanlı canlı insanlar. Sporcu tipli. Profesör, hanımı da alışkın. Asla şikayet etmiyorlar. Yukarlara çıkarken yamaçların kumları bastıkça kayıyor, pabuçlarımızın içine kum doluyor. Durup, boşaltmak zorunda kalıyoruz.

Yükseldikçe yorulsak da ufkumuz genişliyor. Harita gibi…İşte şurası Derinkuyu, şurası babamın 1934-39 arasında tek öğretmen olduğu Suvermez köyü, şurası Gölcük, ilerde boydan boya Demirkazık Doruğunun yer aldığı Aladağlar, daha doğuda Erciyes Dağı…

Profesöre anlatıyorum bu yörenin özelliklerini. İlgiyle dinliyor. Cebinden çıkardığı küçük ses kayıt aygıtına benim sözlerimi kaydediyor. Kendisi de Fransızca eklemeler yapıyor.

Bir süre daha tırmanıyoruz. Yer yer meşe toplulukları baltalardan kurtulmuş. Geri kalanlar, kömür için kesilip, aşağılara taşınmış.

Bir dönemeçte batıda Hasan Dağı tüm güzelliğiyle karşımıza çıkıyor. Bir süre durup seyrediyoruz. Bir obsidiyen kaya üzerine oturup dinleniyoruz. Kalkınca, bunun volkan camı  olduğunu, İlkçağ’da Anadolu ile Mezopotamya arasında önemli bir tecim işinin bununla, obsidiyenle   yapıldığını anlatıyorum. Bunu da kaydediyor.

Fotografını çekiyor. Bekçi Rüştü huzursuz.

‘’ Görmediğimi sanma haa! ‘’ diyor. ‘’ Şincilik izin viriyom’’

Tırman tırman tırman…İkindi sonrası güneşi yakıcı. Yüzümün, boynumun yanması acı veriyor. Konuklar için sorun yok. Onlar kremlenmiş durumda. Yanık önleyici müstahzaratın hoş kokusu çevrenin otlarının kokusunu bastırıyor.

En yukarda , doruğa ulaşınca çukurda krater gölünü görüyoruz.Yazın beslenemediği için , yağış olmadığından suları azalmış, küçülmüş göl. Çepeçevre çayırlar açığa çıkmış. Yılkı atları özgürce  koşuyorlar, kişneyerek…

Bir süre bakıyoruz.

Profesör yılkı nedir, bilmiyor. Anlatıyorum. Kaydediyor.

Seyrederken dinleniyoruz. Marianne hanım çığlık atıyor. Sevincini dile getiriyor. Onun ana dili Felemenkçeymiş. Belçika’da böyle güzelliklerin, doğal anıtların olmadığını anlatıyor.

Bekçi Rüştü Ağa gezeliyor. Söyleyeceği bir şey var, sancılı, diyemiyor.

‘’ Bak Hoca, benim selahiyetim var. Fotugraf çekerseniz vallahi de billahi de urganla bağlarım ellerinizi, sürüye süründüre götürür, garagola teslim iderim haa ! ‘’

‘’ Anladım, anladım. ‘’

‘’ Söyle bu gavura, bana 1000 lira, şo oğlana da 750 lira versin.’’

Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor.

Bekçimiz ‘’rüşvet’’ istiyor. Bunu hak olarak görüyor.

Profesöre utana utana söylüyorum. Adam hiç şaşırmıyor. Olağan karşılıyor. Belki Belçika’da, ülkemizle ilgili yazılı ve görsel basında, uyarılar arasında bu ‘’ikram’’ da açıklanmış olabilir. Çantasından cüzdanını çıkarıyor, iki kişinin istediği paraları sayıp veriyor. Ben bakamıyorum.

Bu ayıp bize yeter. Rezil ettin bizi Bekçi Ağa.

Aferin sana , aferin. Ülkemizi öyle güzel tanıttın ki. Ben yerin dibine geçtim. Onlar kazançlı. O parayı aldıktan sonra Rüştü, pek memnun, koynuna yerleştiriyor banknot destesini. Ekber  de aynısını yapıyor.

Göl kıyısında çayır çimen. Temiz bir yere iki çadır kuruyoruz. Bekçi hepimizden yaşlı. Yorulmuş. Oturup bizi seyrediyor. Ekber  yardım ediyor.

‘’ Giceyi burda geçirmek yasah da…Hadi ben size izin virdim. Selahiyetim var. Bana dua idin haa ! ‘’

Parasını aldı ya. Kısa günün karı. Bir tırmanışla bu denli yüksek değerde para kazanmak her babayiğide nasip olmaz.  Artık umurunda değil başka şeyler.

‘’ Ertesi gün, saat 12’de, öğlen vakti, merkebli delikanlı yine gelsin, bizi alıp, aşağı indirsin, ‘’ diyor Profesör.

Delikanlıya aktarıyorum. Tamam. O da mutlu. İyi para kazandı bugün.

Profesör, çantasından defterini çıkardı, yazıyor. Hanımı çadırın içine uyku tulumunu yerleştiriyor.

İki yardımcımız çekip gitti.  Biz kaldık krater gölü kıyısında. Bir dinginlik, sessizlik, yalnızca oynaşan atların kişneme sesleri geliyor zaman zaman. Sanki Güneş Dizgesi’nde değişik bir gezegene gelmişiz gibi bir duyguya kapılıyorum. Işınlandık mı buraya !

Yorulmuşuz. Uzanıp dinleniyorum.Biraz sonra Mariane Hanım bir piknik yemeğine davet ediyor. Tak-sök küçük masayı kurmuş, iki dilim ekmek, bir dilim peynir, bir kutucuk bal ve kolalı içecek. Meyve özü de var, katı, preslenmiş…

Yasak da olsa, onlar gittikten sonra Hitit kentinin kalıntılarını geziyoruz. Prof yalnız fotograf çekmiyor, filme de alıyor. Bu denli zahmetli bir tırmanışı niye göze aldık. Yıkık kentin sokaklarında gezerken 1930 ların ortalarında  kazı yapan rahmetli arkeolog ,sanat tarihçisi Prof Dr Remzi Oğuz Arık’ı sanki yanımızdaymış gibi duyumsuyorum. Babam, buradan çıkarılan Hitit Aslanı heykelinin binbir zorlukla, öküz kağnısıyla Höyük Tren İstasyonu’na taşınmasını izlemiş ve arkeolog Arık Hoca ile de tanışıp,bilgiler edinmiş.

2143 metre Göllü Dağ. Gece ayaz çıkıyor. Prof ve hanımı etkilenmiyor elbette. Onlar içi lama guanako yünüyle kaplı kutup tipi uyku tulumlarının içinde yatıyorlar. Benim çadırımda yalnızca bir battaniye var. Bir bölümünü alta sermişim, yarısını da üstüme. Sabaha dek, ‘’çivi kesiyorum.’’

Sabah daha gün doğmadan, mataradaki suyun donduğunu görüyoruz. Elimizi yüzümüzü göl sularıyla yıkıyoruz. Buzlaşma orda da başlamış. Atlar yine oynaşıyor, kişneyerek özgürlüğün tadını çıkarıyorlar.

Bir kez daha yıkık kenti geziyoruz. Profesör sanki ayrılmak istemiyor gibi. Duygulanıyor. Geç Hitit Dönemi hakkında bilgi veriyorum. Sesimi kaydediyor.

Yeni yeni fotoğraflar çekiyor. Dün ihmal ettiğimiz yerleri de geziyoruz. İki 36’lık filmi dolduruyor konuğumuz.

Dönünce bir sürpriz…Madam Marianne bize sıcak çaylı bir kahvaltı hazırlamış. Salam, sosis, jambon…Tadına vara vara yiyoruz.

Öğleyin Ekber çıkıp geliyor. Merkebinden iniyor. Daha selam vermeden tehdide başlıyor.

‘’ Makinenizi  açıp bahacaam. Fotugraf çekdiniz mi, çekmediniz mi? Rüşdü Emmim bana yumuş buyurdu. Ya deyilse sizi garagola götürürüm  haa ! ‘’

Yetiştiriyor onu Bekçi. Gelişme var. Cahil delikanlı. Eğitimsiz bırakmışız. Adam Tarih Profesörü, taa Brüksel’den çıkıp gelmiş. Fotograf çekmeyecekse, hazırlayacağı makaleye,  gezi yazısına ne ekleyecek.

Kabahat onda da değil. Turizm Bakanlığı bu köyde kurs açmalıydı. Turist Rehberi yetiştirmeliydi. Bilinçli, dürüst. İlkokulda görevli eğitmenleri de bu konuda kursa almalıydı. Onurumuzu, gururumuzu incitmemeyi öğretmeliydi köy halkına, muhtara, bekçilere …

Çadırları yıkıyoruz. Torbalarına yerleştiriyoruz. Çıkıştan hiç de zahmette geri kalmayan bir inişle varıp köye, karavana biniyoruz. Köylü toplanmış, bizi uğurlayacaklar.

Bekçi Rüştü nerede? Bizi uğurlasa ya. Yok. Yüzü tutmuyor. Gelmemiş. Belki çevredeki evlerden birisi ona ait, bizim gidişimizi gözlüyordur. Aldığı parayı güle güle harcasın.

………………..

Dönüş yolunda Göre’ye uğruyoruz. Babam ( 63 yaşında ) konuklarımızı sevinçle karşılıyor. Kardeşim İlhan’ın hanımı Pakize hemen bir sofra donatıyor. Babama Göllü Dağ’a çıkışımızı anlatıyorum.

‘’ Giderken buradan geçseydiniz, ben de katılırdım size. Suvermez’de Ümmet’e uğrasaydınız, sizi konuk ederdi. Benim öğrencimdi. Übeyit de senin arkadaşın olur ya.’’

Taze bazlama, gözleme…İçine bal, kaymak koyup dürüm yaptı anacığım, Madam’a sundu. Pek hoşlandı o bundan. İlk yiyormuş. Çay güzel. Çömlek peynirini de sevdiler. Evim Ürgüp’te olsa da kitaplığımız Göre’de babamgildeydi. Oraya geçtik. Profesör rafları inceledi. Türkçe,1928 öncesi Osmanlıca, Fransızca, İngilizce kitaplarımıza baktı. Belçika’nın 1930’lu yıllarını anlatan bir kitabı nostaljik duygularla , gülümseyerek inceledi.

Babam, Remzi Oğuz Arık’la nasıl tanıştığını anlattı. Ben çevirdim Fransızcaya. Babam, Prof Charles Texier’ nin 3 cilt L’Asie Mineure’den sözetti. Kitaplıkta mevcuttu ( Arap elifbasıyla, 1924’te basılmış, Matbaai Amire-İstanbul ) Böyle bir eserin Osmanlıca olarak yayımlanmış olmasına hayret etti Profesör. Emekli ilkokul öğretmeni Babam Şükrü Hüseyin Bey, Hitit Kentini anlattı. Can güvenliği nedeniyle Dağ’ın o yükseltisine nasıl sığındıklarını, savunma düzenini kurup nasıl yaşadıklarını anlattı. Konuklarımız ilgiyle dinlediler, evimizi, kitaplığımızı, kalaylı bakır sinideki yemekleri, sucuklu yumurtayı, sütü   filme çektiler, babamın verdiği bilgileri Madam ayrıca aygıta  kaydetti. Sonra ayrıldık babamgilden. Nevşehir üzerinden Ürgüp’e döndük. Onları Karavan Parkı’nda ( Çimenli Kamping ) bıraktım , vedalaşıp ayrıldım. Sırtladım içinde çadırımın olduğu büyük,ağır torbayı. Çektikleri filmleri, video kaseti bana göndereceklerini vadettiler.

 Rehberliğimden memnun kalmışlardı. Bu düşünceleri beni mutlu etti. Ertesi gün , Bakan Ali Naili Erdem’in ,uyduruk bir soruşturmayla sürgüne yolladığı Zara’ya hareket edip, güz dönemi sınavlarında hazır bulunacaktım.

…………………..

Gezimizden 30 yıl sonra, 2006’da  Niğde’yi gezerken İl Kültür Müdürlüğü’nü ziyaret ettim. Çay içerek söyleştik. Derin bir üzüntüyle, utanarak Bekçi Rüştü’yü anlattım. Müdür olağan  karşıladı anlattığım konuyu. Meğer Rüştü’nün aldığı rüşvet bilinirmiş.

‘’ Birçok şikayet geldi o adam hakkında. Haklısınız. Maalesef, ülkemizin imajı böyle cahil kişiler yüzünden ağır hasar görüyor.’’

Sordum; hala yaşıyor mu o turizm

gönüllüsü (!) bekçi .

Ölmüş.

                         ………………………….