‘’Irak’ta krallık son.İhtilal. 15 Temmuz 1958.’’

‘’ Türkan ablam gelin oldu.’’

‘’ Vatan Cephesine hayır.’’

‘’Devrim. Ordu İdareye el koydu bugün.27.V.60.’’

‘’ MGO * 3. Sınıfa geçtim.’’

‘’ Turist arabaları Kaymaklı yolunda.’’

‘’ Tuğgeneral İrfan Baştuğ trafik kazasında öldü.’’

‘’ MBK üyelerinin röportajları Cumhuriyet’te. Güzel.’’

‘’ Gece burda yattık.Tilki üzümü yemiş.’’

‘’ En güzel zamanda okul açıldı.’’

‘’ Patates sökümü başladı.’’

‘’ Satınca selviyi, ağam bana bir teyp alsa ya.’’

‘’ MGO bitti. İvriz’e gidemedim.’’

‘’ Lise öğrencisiyim.’’

‘’ Fizikten bütünleme.’’

‘’ İtasan !Nefret , kindolu.’’

‘’ Lise bitti. 1 Eylül 1964 ’’

‘’ Ankara yolcusu:DTCF. 15 Ekim 1964. ‘’

……………………………

Eski insanlar, artık hangi alfabeyi, hangi elifbayı kullanıyorlarsa, onunla yazıyorlardı olayları. Belki, geleceğe, kendilerinden sonra gelecek kuşaklara miras bırakıyorlardı yazı yoluyla. Yazı olmadan da şekilleri , resimleri kazıyorlardı mağaralara, kaya yüzeylerine.

Biz Göreli çocuklar ne yapıyorduk ? Nevşehir pazarından aldığımız kemik saplı söğüt yaprağı bıçağımızı bir iple boynumuza asıyor, sonra kullanmak için arayışa giriyorduk. Karpuz kesiyorduk, elma dilimliyorduk, koparmadan kabuğunu soyma yarışı yapıyorduk.

Yuvanlı bir yer adı…Akdeniz kıyılarından, Çukurova’dan, Gülek Boğazı’ndan geçerek gelen , Ulukışla’ya varmadan Orta Anadolu yaylasına ulaşarak sağa dönen tarihi yol, Kolsuz Yokuşu’ndan sonra, Niğde üzerinden, Andaval’dan, Misli’den, Gölcük’ten, Malakopea’dan, Eneği’den geçerek , tarih boyunca hep bu Ağyokuş’tan Boğaz’a girmiş, sağda tepesinde bir yatır türbesi olan aşık kemiği biçimli dağın önünden, Alıçyazısı’ndan, İvrişi’den, Göre’den geçerek Nissa’ya, Muşkara’ya, Nevşehir’e, Neapolis’e ulaşmış.

Niğde’den kuzeye doğru yol alırken geçilen Misli Ovası taa 1965’e değin kupkuru. Daha yeraltı sularını yeryüzüne çıkaracak elektrik gücü yok ortada. Melegübü, Derinkuyu da kuru, kurak. Suvermez Köyü’nün adı boşuna mı verilmiş? Eneği, Kaymaklı da öyle, Güvercinlik, Çardak da…Ancak Aşıklı Dağ’ın dibinden, Boğaz’dan çıkan su birden gökçe göğertili bir görünüm ortaya koyuyor.

1718 - 30 arasındaDamat İbrahim Paşa, doğduğu köy olan Muşkara’yı Nevşehir adıyla bir beldeye dönüştürme çabasına girince, gelip yerleşecek insanlar için çeşmeler yaptırtmış. Susuz çeşme mi olur ? Nerede su? Aşıklı Dağı’nın dibinde. Kayaları oymuş taşkesen ustalar, kalfalar, çıraklar; tünellerden su akıtmak için. Ya da, Evenüs işi künkler (lüle) döşenmiş yolboyu, yola koşut , yamaçlara…Su akıtmak için. Kurşunlu Cami’nin şadırvanında abdest alacak müminler için…Göçerkonarlığı bırakıp yerleşen yeni şehir halkı için. Gürül gürül, şelalelerce olmasa da, şırıl şırıl …akmış, akıtılmış yüzyıllar boyu…

……………….

Daha ilkokula gitmiyordum. 5 yaşında olmalıyım. Nevşehir önlerinde öz dediğimiz çay boyunca bahçelerde uzun kavak ağaçları vardı; yer yer sık, ormancasına. Biz o ağaca ‘’selvi’’ diyorduk. İnce, uzun, zarif…Uzunboylu genç kızlar selviye benzetiliyordu. Yapraklarını yel titretir, uğuluğul, seyretmeğe doyum olmaz. Çevrede orman olmayınca selviler pek gerekli. Evler yapılırken önem taşıyor. Tavanda, taban döşemede. Kapıda, pencerede, kona dediğimiz tahta sofrada.

Boğazda çıkan suyun tümü Nevşehir’e gitmiyordu. Aşıklı Dağın dibindeki kumlu ekeneğimizi bahçeye çevirecek yeterli su vardı. Babam bu sulu yereye selvi dikmeyi akıl etmiş. Nevşehir’deki özün iki geçesindeki bahçelerde ne varsa, burada da olur, diye düşünmüş. Ballıkaya’dan kuzeye, Nevşehir’e doğru baktığımızda görür, seyrederken imrenirdik.

‘’ Oğlum, göreceksin; birkaç yıl geçsin. Yuvanlı da böyle görünecek.’’

İyi de, Güvercinlik, Çardak köyünün sığırtmaçlarında ağacı koruma kaygısı var mı? Sığır sürülerini otlatırken ne olacak? Ya da Eneği, Mumusun insanı Nevşehir pazarına mal götürürken buradan geçecekler. Hayvan bu, kaşınır. Düşünmez ki ağaç kırılacak.

‘’ Olsun ! Elbet fire verir bu selviler. Ne kurtarabilirsek. Büyüyenler bize yeter.’’

Ve günlerce uğraştık. Güzel nisan günlerinde Nevşehir özlerindeki bahçelerden satın aldığımız selvi dallarını diktik kumlara açtığımız çukurlara. Bastırdık. Can suyu verdik kova kova su taşıyarak. Öyle zayıf , öyle dirençsiz görünüyorlardı ki. Babamın gözleri ışıldıyordu. Akşam, iş bitince, tabakasını çıkardı; bir tutam tütünü kağıda koydu, sigara yaptı, çakmağını çıkarıp yaktı, keyifle seyretti.

‘’ Oğlum, seni izledim. Turist arabalarına imrenerek bakıyordun ya. İlerde, belki biz de bir otomobil alırız bu selviler büyüyünce, satıp da.’’

Gülümsedim. Hayali bile güzeldi.

…………………………………

Selviler…Kurt yiyen de oldu gövdelerini…Kuruyan da…Sığırtmaç değnek yaptı; çiftçi meses…Su başına çadır kuran esmer vatandaşlar yemeklerini yapmak için , su ısıtmak için ocaklarını kuruyan selvi ağaçlarımızın dallarıyla yaktılar. Patates sökmek için gelen işçilerimize yemeklerini de selvi kurularıyla ısıttık.

Yine de yüzlercesi dayandı, direndi, kendini kurtardı.

Konuklar geldi mi uzak diyarlardan. Bizim için bayram. Tarsus’tan Halil Amca yaylaya çıkar gibi , Göre’yegelirdi. Ankara’dan Yücel ağabeyim, Neriman yengem. Traktörün vagonuna hep birlikte biner; çömlek içine tereyağ koyar, çömlek içine yumurta koyar, helkihelki yoğurt alarak yanımıza;Yuvanlı’ya giderdik. O selvilerin dibi nemlice, serin olurdu sıcak temmuz, ağustos günlerinde. Çölde bir vaha…Odun ateşinde aşçılık hüneri olan bir iki kişi yemek hazırlar, yoğurda su katar ayran ederdi. Domates , salatalık zor bulunsa da…O bulgur pilavları bazen tavuketli de olurdu. İnsan bu yemekleri pahalı, lüks restoranlarda yiyemezdi. Yese de bu denli tadlı olmazdı. Yemekten sonra selvi gölgesinde uyuyan da olurdu…

Patates sulamak için havuz yaptırmıştı babam. Suyu havuza çevirir, iki saat içinde Aşıklı Dağı’nın doruğuna çıkar, inerdik. Orada yatanın kim olduğunu bilmeden bir fatiha okurduk Din Dersi öğretmenimiz Halil Özer Amcanın bize öğrettiği kadarıyla. Yukardan aşağılara bakınca, sanki uçaktan seyrediyormuş gibi olurduk bahçemizi. Sıra sıraselviler öyle güzel görünürdü ki. Gurur duyardık. ‘’ Heeey! Bu selvileri biz diktik, biz suladık. Fidandı onlar, bakın, şimdi upuzun birer ağaç oldular.’’ Kan tere batmış olarak, yorgun ama mutlu, inerdik Dağ’dan; havuzun kenarına yıkılırdık. Sonra kendimizi serin sulara atardık: cumburlop…Bu arada Göre’den, evimizden, anacığımın gönderdiği ,taze bazlama, çömlekler içinde yemeğimiz de gelmiş olurdu. Öyle düşünürdük ki, dünyada yaz dinlencesini bizden daha iyi, daha eğlenceli geçiren hiç çocuk yoktur.

Soğuğu ünlüdür Yuvanlı Boğazı’nın. Kaç yolcu, nice çerçi burada donup ölmüş, çocukluğumuzda öyküleri anlatılırdı. Yazın patates sularken kaldığımız gecelerde yorgana sarılır, titreye titreye uyurduk. Temmuz,ağustosta bile geceler soğuk olurdu. Sabaha karşı üzerimize çiğ düşerdi. Patates sökerken bu çiğler kırağıya dönmüş olurdu.

Kar tipilerinde kaç minibüs kara saplanıp kalmıştı da, Nevşehir’den, Göre’den çıkıp Kaymaklı okullarında ders veren öğretmenler , Güvercinlik evlerine sığınıp son anda , donmaktan kurtulmuşlardı.

………………………….

1960’a geldiğimizde selvi gövdeleri artık üzerlerine bıçak ucuyla resim kazınabilecek, yazı yazılacak duruma gelmişti. Deftere yazar gibi değil elbet. Pek de kolay olmuyordu, ama yazılıyordu. O gün ne olmuş? Siyasal durumnedir , okulda başarı ya da başarısızlık…Ortaokul ve lise öğrencisiyken yaz dinlenceleri boyunca bir yandan ben, bir yandan emmimoğlu Hüseyin** sanki günlük-günce-ajandaya yazar gibi yazdık onları. Söğüt yaprağı bıçağımız bir işe yarıyordu. Bu arada babam armut ağaçlarını akçaya aşılamıştı ve sıcak yaz günlerinde, erken olgunlaşan akçalar olgunlaşıyor, sararıyor, tadlanıyor, ağzımızda eriyordu hoş kokusuyla..

……………………..

Ankara’da DTCF öğrencisi olduğum 4 yıl boyunca da , dersler sona erip de, sınavlar bitince köye dönüyor ve hemen Yuvanlı’ya koşuyordum. Yonca biçmeyi seviyordum.

Babam gurur duyuyordu bahçemizle.

‘’ Oğlum burası bir devlet, devlet…Kıymetini bilin !’’

Yıllar önce yazdıklarım, selvi gövdelerinde bana nostalji yaşatıyordu. Bazı resimler de çizmişim. Ağaç büyüdükçe çizgiler kalınlaşmış, derin yarıklar haline gelmişti. Bazıları artık okunmaz olmuştu. Onlar benim sır ortaklarımdı. Gizli işaret alfabesiyle yazdıklarım da vardı; herkesin okuyamaması için icadettiğim…

Bir yaz dinlencesinde selvilerin arasında geziyorum. Babam, diplerinden su geçirmek için kumlu toprağı boylu boyunca oydurmuş. Akan su değişik bir ortam yaratmış. Yabanıl yonca, semizotu, aslında kıraç ortamda yetişse de burada daha gür biçimde ortaya çıkan kekik, keven…Havada taze selvi yaprağı kokusu…

Birden, bir yazıyla sanki beynimden vuruluyorum. Bu, benim yazım değil. Hüseyin’in olduğunu anlıyorum. Daha birkaç aylık.Derine inmemiş harfler.

‘’ Bugün Osman Ceylan öldürüldü.’’

Osman kim ?Benim çocuklukarkadaşım.1958’de birlikte bitirdik Göre İlkokulu’nu. O mu? Eve varınca Erol ağabeye soruyorum. Sesim titriyor. Evet, bizim Osman imiş. Kahvede bir kavgayı, ağız dalaşını mı önlemeğe çalışmış, ne olmuş? Kendini bir sandalyeyle korumağa uğraşırken, Görelinin hiç sevmediği bir saldırganın salladığı bıçakla yaralanmış. Nevşehir’e götürülürken yolda ruhunu teslim etmiş.

Gözyaşlarımı tutamadım. Sonra, bu olayı Hüseyin’in şiire döktüğünü duydum. ( O yaz,Hüseyin ,Manisa Er Eğitim Merkezi ’nde– Ali Okulu- asker öğretmen idi ) Bulup okudum o şiiri. Şiir değil yürek yakan , insanı ağlatan yakım, ağıt…

………………………….

‘’ Emrullah! Nevşehir büyüdükçe suya olan ihtiyaç artıyor helbet. Yeni mahalleler meydana geliyor. Göreliler de artık Nevşehir’de bi evimiz olsun diyor, daire satın alıyorlar. Çat’a, Gülşehir’e doğru; Uçhisar’a doğru, Avanos’a doğru, Boğazköy’e doğru sürekli büyüyor şehir. Su lazım. Su nerede? Yuvanlı’da.

Geçen gün gittim, geziyorum selvilerin arasında. Baktım, bir delikanlı…Elinde fotoğraf makinası selvilerin resmini çekiyor. Selam verdim. Pek saygılı. Dedi ki : ‘’ Bu ağaçların gövdesi tarih olmuş. Neler neler var! Taa 1960’dan bu yana. Acı, tatlı olaylar resmedilmiş, yazılarla dile getirilmiş.Bazıları pek esrarengiz harfler, yazılar;anlamak mümkün değil. ’’

Güldüm. ‘’ Bunları yazan, benim kaynım olur,’’ dedim.

‘’ Adı ne?’’

‘’ Emrullah Güney.’’

‘’ Nerede şimdi? Göre’de ise, tanışmak isterim.’’

‘’ Önceden haberim olsaydı,söylerdim. MTA’da çalışıyor.Dün Ankara ‘ ya gitti.!!

Resim çekmeğe devam etti. Su işlerinden sorumlu mühendis imiş.’’

Eniştem Halil Ceylan böyle anlattı.

Bugün Aşıklı Dağı’nın dibinde, Yuvanlı Boğazı’ndaki o bahçemiz kuru kumlu bir ekenek…İşlenmiyor; boş. Çünkü su yok. Varolan tüm sular Nevşehir’e gidiyor. Su olmayınca selviler de kalmadı. Esen yellerin hışır hışır titrettiği o güzel gökçe göğertili yapraklarıyla selviler kurudu.

O selvileri diken, binbiremekle , özenle büyüten başmuallim Şükrü Bey de, eniştem Halil Ceylan da, emmimoğlu Hüseyin de artık bu dünyada değiller…

Bir varmış, bir yokmuş…

Belki o su mühendisinin arşivinde , bizim eserlerimiz (!) selvilerin gövdesindeki güncemiz-günlüğümüzün fotoğrafları duruyordur.Acaba, o da o günleri anar mı, düşünür mü Göre-Güvercinlik arasında, Aşıklı Dağı’nın dibindeki , Yuvanlı’dakiselvileri ?

……………………………

15 Şubat 2020. Göre

…………………………………

  • MGO: Muhtelif Gayeli Ortaokul.1958-61 arasında Nevşehir’deki bu okulun öğrencisiydik.
  • ** Eğitimci şair, yazar Hüseyin Güney (1945-2019) Bayır Köyün Çocukları adlı kitabında selvi kabuklarına yazdığımız yazıları dile getirdi ( Bilgi Yayınevi-Ankara).